27 Ocak 2013

Almanya'nın eğitim gettoları!..

Cumhuriyet 27.01.2013
STUTTGART
AHMET ARPAD

 

Stuttgart'ta hava kapalı. Yağmur çiseler gibi yapıyor, fakat bereket versin arkası gelmiyor! Fethullah Gülen'i sevdiklerini söyleyenlerin Stuttgart'ta yeni inşa ettiği okul binasının açılış töreni az sonra başlıyor. Yol yürü yürü bitmiyor. Eyalet başbakanı Kretschmann, büyükkent belediye başkanı Schuster, İstanbullu meslektaşı Kadir Topbaş ve Hakan Şükür bu törenin şeref misafirleri! Neyse salona vardık. Gülensever'lere 2004'te açtıkları okul küçük gelmeye başlayınca belediyenin gösterdiği araziye daha büyüğünü kondurdular. Gazeteler: "İnşaata 26 milyon Avro harcandı" diye yazdı ertesi gün. Son 7-8 yıl içinde Almanya'da iyice palazlandılar. Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kısa sürede kendilerine çektiler, onlara sahip çıktılar! Her renkten Alman politikacıyı kısa sürede "zararsız Müslüman'' ve "girişken genç işadamları" olduklarına inandırdılar. Böylece bugünkü güçlü konumlarına ulaştılar.

En son başarılarından(!) biri de Berlin'in Spandau semtinde, üzerinde sayısız bina ve kocaman bir otel olan 84 bin metrekarelik bir araziyi yok pahasına satın almaları. Ne mi yapacaklar bu dev alanda? İlk açıklamalarına göre bir "eğitim kampusu." Anaokulundan liseye her şey burada, bir arada! Sizin anlayacağınız bir "eğitim kampusu" değil, bir "eğitim gettosu" kuracaklar. Gülen hareketini ve ideolojisini Almanya'da tanıtmak için son yıllarda çaba gösterenlerin başında gelenlerden biri kabul edilen, onursal başkanlığını Gülen'in yaptığı Berlin FİD derneğinin başkanı Ercan Karakoyun'un, "Gülen hareketi Almanya için bir şanstır!" açıklaması çok anlamlı!

Gülenseverler'in Stuttgart'taki yeni okul binasının inşaatını üstlenen Wolff & Müller ilginç bir şirket. Web sitesinde yazdığına göre, 1936'da kurulmuş ve Hitler döneminde "hızlı bir çıkış" yapmış, 1945'e kadar sayısız büyük projeye imzasını atmış! Wolff & Müller 2010 yılında Stuttgart'ın tarihi istasyonunun bir bölümünü yıkma ihalesini aldığında çok ünlü bir yerel politikacının bu şirketin danışma kurulunda üye olduğu ortaya çıkmıştı. Onun, "Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz, düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor" diyenlere olan yakınlığı da sır değil! Partisi namlı bir Gülensever'i 2009 belediye meclisi seçimlerinde aday göstermişti. Şimdi o kişi ve çevresindeki Türk işverenler okulun en büyük destekçilerinden! Yıllarca inatla, "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz?" diye sorana, "Gülen adından rahatsız oluyoruz, çünkü o siyaset yapıyor" dediler. Şimdi aynı kişiler ona "hayran" olduklarını itiraf ediyorlar. Çünkü artık atı aldıkları gibi Üsküdar'ı çoktan geçtiler, çekinecek bir şeyleri kalmadı. İşte içinde bulunduğumuz bu aşamada Almanya'daki, yıllardır böylesine yaşamsal konuda sesi pek çıkmayan Türk toplumunu temsil eden kuruluşlara önemli görevler düşüyor… Bu nedenle "Göçmenlerin kültürel kimliklerini kaybetmeden toplumda yer alması için çabalıyor" diye tanıdığımız Berlin'deki Almanya Türk Toplumu yöneticilerine, Gülenseverler'in aralık ayında başkentteki o dev arsayı alması üzerine ne düşündüklerini sorduğumuzda az ötelerindeki gelişmelerden haberleri olmadığını söylemişler ve "Ne yapılabilir ki, arsa alıyorlarsa, biz enerjimizi kendi işimize verelim…" diye eklemişlerdi!

Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı yüzde 90 civarında... Eğitim bilimcilerinin, "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı kökenli öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli" demesi hiçbir işe yaramıyor. Gülenseverler'in okulunun açılışında konuşan eyalet başbakanı Kretschmann ("Bu okuldan geleceği parlak öğrencilerin yetişeceğine inanıyorum") ve büyükkent belediye başkanı Schuster ("Eğitim konsepti çocukların uyumunu kolaylaştıran bu okul girişiminiz için tebrik ederim; hem siz, hem de biz kazandık…") bu görüşü paylaşmıyor! Bir yöneticinin aynı gün gazetelere, "Biz bir Alman okuluyuz" diye beyanat verdiği okulun açılışını yapan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş konuşmasında Mevlana'nın bazı sözlerine de değindi. İşte bu konuşmasından kimi bölümler: "...Bu okul büyük bir fedakârlığın sembolü, uyumun en önemli temel taşlarından biridir... Tertemiz çocukları geleceğe hazırlamalı... Onlar güzel ellerde hazırlanırsa bütün topluma kazandırılır..." Topbaş aynı gün Milli Görüş sorumluları ve Gülensever işadamlarıyla da görüştü, akşam belediye başkanı Schuster'in veda toplantısına katıldı ve bir işadamının özel uçağıyla geç saatlerde vatana döndü. AKP milletvekili Hakan Şükür'ün okulun sponsorlarıyla bir araya geldiği basına kapalı toplantıya girenler cep telefonlarını dışarda bırakmak zorunda kaldı... Okulun açılışının ardından görüştüğümüz Hıristiyan Demokrat Parti'li ünlü bir politikacı şu açıklamayı yaptı: "Almanya'da Gülen hareketi şeffaf olmadığından şüpheler oluştuğu için örgütlenmesinin iç yapısını, finansmanını ve hedefini daha açık ortaya dökmek zorundadır."

www.ahmet-arpad.de

15 Ocak 2013

Alman dili edebiyatından Türkçeye yapılan çeviriler



Die Gaste, Ocak 2013
AHMET ARPAD

Almanca konuşulan ülkelerde üç milyondan fazla insanımız yaşamasına karşın Alman dili edebiyat’nın eserleri kanımca Türkiye’de az okur buluyor. Bana sorarsanız, bunun nedenlerinden biri de geçtiğimiz çağın ikinci yarısında Almanya‘nın Böll ve Grass dışında çok başarılı bir edebiyatçı çıkarmamış olmasıdır. Son otuz yılda Türk toplumunun içinden ise Almanya’ya kıyasla başarılı daha çok edebiyatçı çıktı. Günümüzde Türkiye’de hâlâ Erich Maria Remarque, Anna Seghers, Stefan Zweig, Alfred Döblin, Hans Fallada ve Joseph Roth’un 80-90 yıl önce yazdıklarının büyük ilgi çekmesi bunun en önemli kanıtıdır. Şunun da üzerinde durmak isterim, sözünü ettiğim bu yazarların tümü de insancıl, toplumcu ve savaş karşıtı idi! Benim seçtiğim, yayınevlerine önerdiğim ve severek Türkçe’ye kazandırdığım bu yazarların bir çok eserinin ülkemizde sayısız yeni baskı yapmış olmasının nedeni Türk okurunun toplumcu ve insancıl konulara duyduğu büyük ilgidir. 

Sözünü ettiğim bu yazarları ve eserlerini bana sevdiren, ilkokulun ardından Almanca öğrenmemi destekleyen babam Burhan Arpad’ın da 1940 yılından başlayarak Türkçe’ye kazandırdığı yazarların ortak bir özelliği vardı: Tümü de insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışseverdi… Sanırım Burhan Arpad çevirilerinin yıllardır aralıksız yayımlanmasının en baş nedeni budur. Yaptığı çeviriler, özellikle sayısız Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque eseri 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının Türkiye’de tanınmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü ondan önce Almanca’dan çok az edebiyat eseri Türkçe’ye kazandırılmıştı. Ben de kırk yıldan fazla Alman dili edebiyatıyla içiçeyim. Bugüne kadar yaptığım her çeviri beni heyecanlandırmıştır. En önemlisi eserini Türkçe’ye kazandıracağınız yazarı sevmenizdir. Babamın da desteği ile başladığım çeviri uğraşımı 1967‘den bu yana sürdürüyorum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda öğrenim yaptığım yıllarda Wolfgang Borchter’in ünlü eseri “Kapıların Dışında”yı okumuştum. Çok ilgimi çeken bu insancıl eserin kısa bir bölümünü Türkçe’ye kazandırınca çeviri işine yatkın olduğumu görmüştüm. Hemen ardından büyük bir yayınevinden Heinrich Böll’ün “Ansichten eines Clowns” adlı romanını çevirmem önerisi gelince kabullenmişitm.

Türkiye’de başarılı edebiyatçılar yetişirken
Naziler kitapları ateşe atıyordu

Türk edebiyatçıları ve okurları cumhuriyet dönemiyle batı edebiyatından etkilenmiştir. O yıllarda Almanya’da az önce sözünü ettiğim toplumsal eleştiri yapan yazarların kitapları ateşe atılırken Atatürk toplumu Halide Edip Adıvar’ı, Refik Halid Karay’ı, Sabahattin Ali’yi, Reşat Nuri Güntekin’i, Orhan Kemal’i, Orhan Veli Kanık’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Cahit Sıtkı Tarancı’yı, Nurullah Ataç’ı, Sait Faik Abasıyanık’ı çıkarmıştır. Anadolu aydınlanmasını yaşayan insanlarımız Alman edebiyatının iki ünlüsüne, Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque’a ilgi duymaya başlamıştı. Nazilerden kaçmak zorunda kalan bu iki yazarı Türk okuru 1940’lı yıllardan başlayarak Burhan Arpad aracılığı tanımıştır. Bu arada şunu da anımsatmakta yarar vardır, o yılların ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel (şair Can Yücel’in babası) sadece köy entstitülerinin kurulmasını gerçekleştirmemiş, bakanlık olarak dünya edebiyatının sayısız ünlü eserinin Türkçeye kazandırılmasını da sağlamıştır. 

Yabancı blr dilden anadile yapılan çeviriler sayesinde ülkelerarası okurların başka edebiyatlarla buluşması mümkün olmaktadır. Böylece başka toplumları da tanıyabilen okurlar yeni yeni kültür alanlarına adım atarlar. Edebiyat çevirmenlerinin çabalarıyla oluşan kültürlerarası bu köprünün önemi inanılmazdır. Çok farklı millet ve ırktan milyarlarca insan çevirinin aracılığı olmasaydı birbiriyle anlaşamazdı. Çeviridir onlara başka dünyaların, başka toplum kültürlerinin kapılarını açan. Çevirmendir okurun ufkunu genişleten, onun görüş dünyasını sonsuzlaştıran kişi. Bu nedenle geri kalmış, despotça yönetilen kimi ülkede baştakiler ne edebiyatçıları sever, ne de başka dillerden aydınlatıcı eserleri çevirenleri!

Türkiye ve Avrupa arasındaki bağlar değişik dallarda özellikle son 20 yıldır hızla gelişti. Edebiyat alış verişinde de bir değişim ve gelişme yaşanmakta. Bu değişim özellikle son 10 yılda kendini hissettiriyor. 2005’de gerçekleştirilen Türkçe Çeviri Projesi (TEDA) kapsamında Türk edebiyatına yurtdışına açılma olanağı çıktı. 2006’da Orhan Pamuk’un Nobel ödülü alması, ardından ülkemizin 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı’nda onur konuğu olması bu gelişmeyi hızlandırdı. 1970’li yıllarda Alman okuru sadece Yaşar Kemal‘le Nazım Hikmet‘i tanırken, şimdi Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Ayşe Kulin’e, Aslı Erdoğan’a ve Murathan Mungan’a modern Türk edebiyatının yazarlarını da çok geniş bir yelpazede tanıma olanağını elde etti.

Çevirmenlere geç de olsa değer veriliyor

Son 80 yılda Türk edebiyatının çıkardığı “ünlüler” bugün Alman edebiyat dünyasında tanınıyorsa bunda en büyük rolü TEDA projesinin ötesinde Stuttgart Robert Bosch Vakfı’nın Zürihli yayıncı Unionsverlag’ın “Türkische Bibliothek” projesine verdiği büyük desteği de unutmamak gerekir. Bu proje kapsamında yazarlarımızın 20 eseri 2005-2010 yılları arasında Alman dilinin konuşulduğu ülkelerde okurlarla buluştu. Türkiye ve Almanya arasındaki karşılıklı ilişkilerde, özellikle Almanya’da yaşayan Türk kökenli vatandaşların uyumu sürecinde edebiyatın önemli bir köprü görevi görebileceği insanlarımızın bu ülkeye gelişinin onlarca yıl ardından anlaşılmıştır! Bu nedenle Ernst Reuter Kültürlerarası Diyalog Girişimi çerçevesinde Alman Dışişleri Bakanlığı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Kültür Enstitüsü, S.Fischer Vakfı ve Robert Bosch Vakfı ortak projeyle Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye yapılan başarılı çevirileri 2010 yılından bu yana iki büyük ödülle onurlandırmaktadır. 

Yabancı bir dilden yaptığı çeviriyle her defasında zorlu bir süreci aşan, önemli bir görevi yerine getirirken büyük bir sorumluluk üstlenen ve anadiline kazandırdığı edebiyat eseriyle iki ülke arasındaki kültür köprüsünü ayakta tutan çevirmenlerin bazı sorunlarına da mutlaka değinmek gerekir. Almanya‘da özel yasalar sayesinde çevirmenler Türkiye‘ye kıyasla çok daha iyi korunur ve güvence altına alınır. Türkiye’de edebiyat çevirmenliği bir meslek değildir, emeklerinin karşılığını, çok ünlü değiller ise, yeterince alamazlar, yasal hakları da zayıftır! Bu nedenle yabancı dillerden Türkçeye çeviri yapan, bu görevi onlarca yıl sürdürebilen başarılı çevirmenleri mumla aramak zorundayız. Türkçeden Almancaya edebiyat eserleri çeviren, bazılarını yakından tanıdığım Alman meslekdaşlarım ise Türkiye’dekilerin sorunlarını kesinlikle yaşamıyor…

13 Ocak 2013

‘AVM'ler yeşil alanı sıcak ve sevecen yapar!'

Cumhuriyet 13.01.2013
STUTTGART
AHMET ARPAD


Yılbaşının ilk günüydü. Münih'ten bizi ziyarete gelmiş dostlarımızla önce seksen ülkeye canlı yayımlanan Viyana Filarmoni Orkestrası'nın yılbaşı konserini dinlemiş, Johann ve Josef Strauss'un melodileriyle coşmuş, Mavi Tuna valsi ve Radetzky marşıyla yılın ilk köpüklü şarabını yudumlamış ve sonra da kent parkında biraz hava almaya çıkmıştık. Konseri locasından Josef Strauss'un torununun kızı 90 yaşındaki Hedwig Aigner-Strauss da izlemişti. Kulağımızda valsler, polkalar, güneşli bir günde yeşillerin arasında biraz yürümek uzun gecenin ardından insana çok iyi geliyordu. Alman insanının doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuzdur. Ülkenin her eyaletinde açılan "bahçecilik sergileri"yle kentlere yeni parklar, daha çok yeşil alanlar kazandırılıyor. Stuttgart'ın merkezinde yürüyüş yaptığımız 10 km. uzunluğundaki bu park da son 40 yılda uygulanan çeşitli projelerle gerçekleştirildi. Mimarlar, plancılar, doğaseverler, bahçevanlar ve yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya. Siz 15 milyonluk İstanbul'da içinde çocukların koşuşturup oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, sıralarda oturan yaşlıların sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı tek bir büyük park gösterebilir misiniz? Zorlamayın hiç kendinizi, çünkü bu hiç gerçekleşmeyecek bir düş! Arşivlerde eski İstanbul fotoğraflarını karıştırın, 60-70 yıl öncesinin Taksim İnönü Gezisi'ne, ta Maçka'ya kadar uzanan yeşil alanlara hayran hayran bakın, hüzünle iç çekin… Türk insanı da doğayı, yeşili sever, köyünde kaldığı sürece! Fakat büyük kente geldi mi, yeşil sevgisi kısa sürede beton sevgisine dönüşüverir. Menderes'in başlattığı "yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu"nu İstanbullu olmayan, fakat kendilerine "İstanbul âşığı" diyen halefleri hep sürdürdü. Bu deprem bölgesine son 15 yıldır dikilen "ucube" gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu gelmeyecek gibi. İstanbul'da yönetenler her tarafı betonlarken yeşillendirmekten niçin kaçınıyorlar? Bunun yanıtını kısa süre önce Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş çok güzel verdi: "…Oraya sadece binayı (eski Taksim kışlası) koyarak kente sert bir görüntü vermek yerine bölgenin daha sevecen, sıcak ve hizmet verici merkez haline gelmesini istiyoruz. İstanbul'un önemli merkezi, inanıyorum ki İstanbul'a güzel bir hizmet verecektir."

Resmi açıklamalara göre İstanbul'da kişi başına bir metrekarenin altında yeşil alan düşüyor. Ancak sağlıklı bir yaşam için bunun 10 metrekare olması gerekiyor! Avrupa'nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasında değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Örneğin Viyana'da kentin yüzde elli biri yeşille kaplı! Kişi başına düşen oran 25 metrekare! Arada sırada gittiğim bu Tuna kentinde ne zaman parklardan birine oturup dinlensem, parksız kent İstanbul'u anımsar, öfkelenirim. Kahramanlar Alanı'yla Burg Tiyatosu arasındaki Volksgarten'de dinlenirken, belediye parkındaki güzel Steirermark'ın terasına oturup tarihi salondan kulağa hoş gelen piyano müziğini dinlerken 1950'li yılların İnönü Gezisi'ni, Taksim Belediye Gazinosu'nu, Boğaz manzaralı bahçe lokantasını düşünmeden edemez insan! 1940-1970 yılları arasında büyük salonunda düzenlenen konserler, balolar, müzikli akşam yemekleri ve varyeteleriyle kentin sanat ve eğlence yaşamında önemli bir rolü olmuş bu nefis yapıyı yıkıp gökdelen bir otel kondurttular yerine. Hemen karşısındaki Dağcılık Kulübü de başka bir otel uğruna yerinden kovuldu. Taksim-Maçka arasındaki 2 numaralı park alanına ilk giren ise Menderes'in izin verdiği Hilton Oteli olmuştu. Şimdi Taksim ile Maçka arasındaki gezi-park alanında tam altı büyük otel yükseliyor! Taksim'e Cumhuriyet Anıtı manzaralı dev camiyi de hiç akıllarından çıkarmadılar. Merak etmeyin onun da eli kulağındadır! Yeşil Çamlıca Tepesi'ni de bir başka dev cami bekliyor. İstanbul AVM'ler, camiler, yollar ve yollar kenti oldu. Yeşil hızla eksilirken beton aynı hızla arttı. Çocukluğumuzun Boğaziçi yamaçları korularla doluyken günümüzün Boğaziçi yamaçları sitelerle dolu! 1910'lu yıllarda sadece üç yıl görev yapan İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu, kente bir tiyatro ve konservatuvar kazandırmaktan öteye, anayolları ağaçlandırmış, saray bahçesi Gülhane'yi halka açmış, Fatih ve Sultanahmet'e de parklar yapmıştı. Onun "halefleri" ise tam tersini yaptılar... Ağaçların kent hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizlediğini, araç trafiğinde boğulan İstanbul'da belediye başkanı acaba bilmiyor mu? ABD John Hopkins Üniversitesi'nde bilim adamları hava kirliliğinin meydana getirdiği mikro zerreciklerin büyük kentlerde ölüm oranının artmasına neden olduğunu yıllar önce saptamıştı. 2012 verilerine göre her gün 4 milyon araç İstanbul yollarını aşındırıyor! Altı yüz bin nüfuslu Stuttgart'ın sadece kent merkezinde bol ağaçlı 120 hektar park alanı var. Yeter ki yönetenler iyi niyetli olsun!

www.ahmet-arpad.de

1 Ocak 2013

Alman Dili ve Edebiyatından Türkçeye Yapılan Çeviriler

Die Gaste 25. SAYI / Ocak-Şubat 2013
Ahmet ARPAD

Almanca konuşulan ülkelerde üç milyondan fazla insanımız yaşamasına karşın Alman Dili-Edebiyatı'nın eserleri kanımca Türkiye'de az okur buluyor. Bana sorarsanız, bunun nedenlerinden biri de geçtiğimiz çağın ikinci yarısında Almanya‘nın Böll ve Grass dışında çok başarılı bir edebiyatçı çıkarmamış olmasıdır. Son otuz yılda Türk toplumunun içinden ise Almanya'ya kıyasla başarılı daha çok edebiyatçı çıktı. Günümüzde Türkiye'de hâlâ Erich Maria Remarque, Anna Seghers, Stefan Zweig, Alfred Döblin, Hans Fallada ve Joseph Roth'un 80-90 yıl önce yazdıklarının büyük ilgi çekmesi bunun en önemli kanıtıdır. Şunun da üzerinde durmak isterim, sözünü ettiğim bu yazarların tümü de insancıl, toplumcu ve savaş karşıtı idi! Benim seçtiğim, yayınevlerine önerdiğim ve severek Türkçe'ye kazandırdığım bu yazarların birçok eserinin ülkemizde sayısız yeni baskı yapmış olmasının nedeni Türk okurunun toplumcu ve insancıl konulara duyduğu büyük ilgidir. 


Sözünü ettiğim bu yazarları ve eserlerini bana sevdiren, ilkokulun ardından Almanca öğrenmemi destekleyen babam Burhan Arpad'ın da 1940 yılından başlayarak Türkçe'ye kazandırdığı yazarların ortak bir özelliği vardı: Tümü de insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışseverdi... Sanırım Burhan Arpad çevirilerinin yıllardır aralıksız yayımlanmasının en baş nedeni budur. Yaptığı çeviriler, özellikle sayısız Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque eseri 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının Türkiye'de tanınmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü ondan önce Almanca'dan çok az edebiyat eseri Türkçe'ye kazandırılmıştı. Ben de kırk yıldan fazla Alman dili edebiyatıyla içiçeyim. Bugüne kadar yaptığım her çeviri beni heyecanlandırmıştır. En önemlisi eserini Türkçe'ye kazandıracağınız yazarı sevmenizdir. Babamın da desteği ile başladığım çeviri uğraşımı 1967‘den bu yana sürdürüyorum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda öğrenim yaptığım yıllarda Wolfgang Borchter'in ünlü eseri "Kapıların Dışında"yı okumuştum. Çok ilgimi çeken bu insancıl eserin kısa bir bölümünü Türkçe'ye kazandırınca çeviri işine yatkın olduğumu görmüştüm. Hemen ardından büyük bir yayınevinden Heinrich Böll'ün "Ansichten eines Clowns" adlı romanını çevirmem önerisi gelince kabullenmiştim.

Türkiye'de  Başarılı Edebiyatçılar Yetişirken  Naziler Kitapları Ateşe Atıyordu

Türk edebiyatçıları ve okurları Cumhuriyet dönemiyle Batı edebiyatından etkilenmiştir. O yıllarda Almanya'da az önce sözünü ettiğim toplumsal eleştiri yapan yazarların kitapları ateşe atılırken Atatürk toplumu Halide Edip Adıvar'ı, Refik Halid Karay'ı, Sabahattin Ali'yi, Reşat Nuri Gülte- kin'i, Orhan Kemal'i, Orhan Veli Kanık'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Cahit Sıtkı Tarancı'yı, Nurullah Ataç'ı, Sait Faik Abasıyanık'ı çıkarmıştır. Anadolu aydınlanmasını yaşayan insanlarımız Alman edebiyatının iki ünlüsüne, Stefan Zweig ve Erich Maria Remar- que'a ilgi duymaya başlamıştı. Nazilerden kaçmak zorunda kalan bu iki yazarı Türk okuru 1940'lı yıllardan başlayarak Burhan Arpad aracılığıyla tanımıştır. Bu arada şunu da anımsatmakta yarar vardır, o yılların ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel (şair Can Yücel'in babası) sadece köy enstitülerinin kurulmasını gerçekleştirmemiş, bakanlık olarak dünya edebiyatının sayısız ünlü eserinin Türkçeye kazandırılmasını da sağlamıştır.
Yabancı bir dilden anadile yapılan çeviriler sayesinde ülkelerarası okurların başka edebiyatlarla buluşması mümkün olmaktadır. Böylece başka toplumları da tanıyabilen okurlar yeni yeni kültür alanlarına adım atarlar. Edebiyat çevirmenlerinin çabalarıyla oluşan kültürlerarası bu köprünün önemi inanılmazdır. Çok farklı millet ve ırktan milyarlarca insan çevirinin aracılığı olmasaydı birbiriyle anlaşamazdı. Çeviridir onlara başka dünyaların, başka toplum kültürlerinin kapılarını açan. Çevirmendir okurun ufkunu genişleten, onun görüş dünyasını sonsuzlaştıran kişi. Bu nedenle geri kal- mış, despotça yönetilen kimi ülkede baştakiler ne edebiyatçıları sever, ne de başka dillerden aydınlatıcı eserleri çevirenleri!
Türkiye ve Avrupa arasındaki bağlar değişik dallarda özellikle son 20 yıldır hızla gelişti. Edebiyat alış-verişinde de bir değişim ve gelişme yaşanmakta. Bu değişim özellikle son 10 yılda kendini hissettiriyor. 2005'te gerçekleştirilen Türkçe Çeviri Projesi (TEDA) kapsamında Türk edebiyatına yurtdışına açılma olanağı çıktı. 2006'da Orhan Pamuk'un Nobel ödülü alması, ardından ülkemizin 2008'de Frankfurt Kitap Fuarı'nda onur konuğu olması bu gelişmeyi hızlandırdı. 1970'li yıllarda Alman okuru sadece Yaşar Kemal‘le Nazım Hikmet‘i tanırken, şimdi Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Ayşe Kulin'e, Aslı Erdoğan'a ve Murathan Mungan'a modern Türk edebiyatının yazarlarını da çok geniş bir yelpazede tanıma olanağını elde etti.

Çevirmenlere Geç De Olsa  Değer Veriliyor 

 
Son 80 yılda Türk edebiyatının çıkardığı "ünlüler" bugün Alman edebiyat dünyasında tanınıyorsa bunda en büyük rolü TEDA projesinin ötesinde Stuttgart Robert Bosch Vakfı'nın Zürihli yayıncı Unionsverlag'ın "Türkische Bibliothek" projesine verdiği büyük desteği de unutmamak gerekir. Bu proje kapsamında yazarlarımızın 20 eseri 2005-2010 yılları arasında Alman dilinin konuşulduğu ülkelerde okurlarla buluştu. Türkiye ve Almanya arasındaki karşılıklı ilişkilerde, özellikle Almanya'da yaşayan Türk kökenli vatandaşların uyumu sürecinde edebiyatın önemli bir köprü görevi görebileceği insanlarımızın bu ülkeye gelişinin onlarca yıl ardından anlaşılmıştır! Bu nedenle Ernst Reuter Kültürlerarası Diyalog Girişimi çerçevesinde Alman Dışişleri Bakanlığı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Kültür Enstitüsü, S. Fischer Vakfı ve Robert Bosch Vakfı ortak projeyle Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye yapılan başarılı çevirileri 2010 yılından bu yana iki büyük ödülle onurlandırmaktadır. 


Yabancı bir dilden yaptığı çeviriyle her defasında zorlu bir süreci aşan, önemli bir görevi yerine getirirken büyük bir sorumluluk üstlenen ve anadiline kazandırdığı edebiyat eseriyle iki ülke arasındaki kültür köprüsünü ayakta tutan çevirmenlerin bazı sorunlarına da mutlaka değinmek gerekir. Almanya‘da özel yasalar sayesinde çevirmenler Türkiye‘ye kıyasla çok daha iyi korunur ve güvence altına alınır. Türkiye'de edebiyat çevirmenliği bir meslek değildir, emeklerinin karşılığını, çok ünlü değiller ise, yeterince alamazlar, yasal hakları da zayıftır! Bu nedenle yabancı dillerden Türkçeye çeviri yapan, bu görevi onlarca yıl sürdürebilen başarılı çevirmenleri mumla aramak zorundayız. Türkçeden Almancaya edebiyat eserleri çeviren, bazılarını yakından tanıdığım Alman meslekdaşlarım ise Türkiye'dekilerin sorunlarını kesinlikle yaşamıyor...