25 Aralık 2011

Sinekkaydı tıraşlı Neonaziler

Cumhuriyet 25.12.2011

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Alman ordusuna aşırı sağcıların sızdığı, 2004 yılında kapsamlı bir raporla kanıtlanmış, kimi birimlere Neonazilerin sızmış olduğu ve yıllardır önemli çalışmalarda bulunduğu gerçeği ortaya çıkarılmıştı. Günümüz Alman ordusunda askerlerin yüzde on ikisi yabancı kökenli. Alman televizyonu ARD kısa süre önce ilginç bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Ordu bünyesindeki sosyal bilimler enstitüsünün yeni bir araştırması silahlı kuvvetlerde yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın son yıllarda önemli bir aşamada olduğunu belgeledi! Araştırmaya göre, ordudaki yabancı düşmanlığı özellikle temel eğitim sırasında, alt kademelerde ve Doğu Almanya'daki ordu birimlerde görülüyor. Araştırmaya katılan yabancı kökenli Müslüman askerler özellikle önlerine domuz eti konduğundan ve üstlerinin önyargılı olduğundan şikâyetçi.
 
Alman insanına yabancı düşmanı diyen, ona haksızlık etmiş olur. Ancak son yirmi yıldır toplumsal sorunların artması sonucu günlük yaşamın sürekli zorlaştığı ülkede gittikçe daha çok insan, kendine oluşturduğu "adalarda" yaşamakta. Almanlar artık sadece yabancıya değil, kendi vatandaşına da yabancı! Bu nedenle 1930'lu yıllarda atılan tohumların ikide bir yeşermesine, yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın kendine bereketli topraklar bulmasına şaşmamak gerek. Hitler'in intiharı ile bu ülkede Nazilerin kökünün kuruduğunu sanmak da saflık olur. Ne de olsa Almanya'yı kuranların ve kısa sürede ülke ekonomisini güçlendirenlerin arasında çok sayıda kalburüstü eski Nazinin olduğu bilinen bir gerçek. Böyle bir ortamda onlarca yıldır Almanya'nın batısında ve de doğusunda Türklerin evlerine ve işyerlerine saldırıların olması, Afrikalılarla Asyalıların sokak ortasında ölesiye dövülmesi, Yahudi mezarlıklarının talan edilmesi, sinagogların yakılması na yazık ki bir yerde "olağan"! 2001'de Avrupa Komisyonu'nun İnsan Hakları Raporu Almanya'da "mide bulandırmıştı". Çünkü bu kuruluş tarihinde ilk kez, Avrupa'nın en büyük ülkesini, insan hakları konusunda kınamıştı. Raporda "Ülkedeki yabancı düşmanlığı, ırkçılık, antisemitist düşünce ve hoşgörmezlik önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir" deniliyordu. Ortaya çıkan son korkutucu gelişmelerin ardından politikacılar, ülkenin doğusunda her seçimde oy oranlarını arttıran Almanya Nasyonalist Partisi'nden (NPD) yine korkmaya başladı. 2003'te ve 2006'da yasaklamak istemişlerdi bu partiyi, ancak sunulan kanıtları yetersiz bulan Anayasa Mahkemesi buna izin vermemişti. Ülkede, özellikle Doğu Almanya'daki Neonazilerin pek önemsenmediği, hatta yabancı düşmanı aşırı sağcı girişimlere göz yumulduğu, kimi yörede insanların görmezlikten geldiği şu günlerde peşpeşe ortaya çıkıyor. NPD'yi sonunda yasaklasalar da tüm dazlakları içeri tıksalar da bu işin sonu gelmez. Geri planda ipleri ellerinde tutan takım elbiseli, sinekkaydı tıraşlı, kravatlı, Mercedes'li Neonazileri değil sorgulamak, yanlarına bile sokulamazlar. Savaş sonrası Almanyası'nda üst düzey görevlere gelmesini becermişlerin torunlarına 1945'ten bu yana hiç kimse dokunamıyor. Yıllar önce: "Nasyonal Sosyalist Parti'yi yasaklamakla aşırı sağcılığın önüne geçemezsiniz" diyen Günter Grass haksız değil. Altın bin üyesi olan bu partiyi kapatınca Almanya'da yabancı düşmanlığının ve Neonazilerin bir anda ortadan kalkacağını sanmak saflıktan da öteye bir şey! Önemli olan, 15 milyon yabancı ve yabancı asıllının yaşadığı Almanya'da toplum bilincini değiştirmek, insanlara eğitim ve iş vererek ülkeyi yaşanılır yapmak... Zor bir çıkar yol! Belki de şimdi dikkatleri yine Nasyonal Sosyalist Parti'ye çekenler, gerçekte iplerin kimlerin elinde olduğunu örtbas etmek istiyorlar?
 
www.ahmet-arpad.de

11 Aralık 2011

Almanya'nın yürekli Türk Bakanı

Cumhuriyet, 11.12.2011

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Alman bakanın masasında bir Atatürk fotoğrafı duruyor! SPD'li Nils Schmid Baden-Württemberg eyaletinde 27 Mart 2011 seçimlerinin ardından eyalet başbakan yardımcısı ve maliye bakanı oldu. Türk kökenli Tülay Schmid ile on yıldır evli. Reutlingen kentinde bir Türkiye fotoğrafları sergisinin açılışını yapan başbakan yardımcısıyla sohbet ediyoruz. Almanya'nın ilk Uyum Bakanlığı'nı gerçekleştiren ve bu bakanlığın başına da Bilkay Öney'i getiren Schmid'in Türkiye'yi iyi tanıdığı belli. Bugüne dek tam on kez ülkemize gittiğini anlatıyor: "Bütün Karadeniz kıyısını, batıyı ve doğuyu gördüm. Türkiye doğasıyla, insanlarıyla çok ilginç ve çekici bir ülke!" 

Birkaç gün sonra Malatya doğumlu Bilkay Öney'le Stuttgart'taki bakanlıktaki odasında karşılıklı oturuyoruz. Ana konumuz tabii ki uyum! Ne de olsa son yıllarda bu kelimeyi politikacılar ve medya ağzından hiç düşürmüyor. Bilkay Öney görevinin ilk altı ayında değişik projelerle dikkatleri çekmesini başardı. Bu projelerin arasında bilimsel amaçlı bir "İslam Yuvarlak Masası"nın yanı sıra Alman vatandaşlığını seçme kampanyası da var. "Çifte vatandaşlık konusu ne olacak" sorusuna: "İki yıl sonraki seçimlerin ardından kurulacak yeni meclisten böyle bir yasanın çıkacağına inanıyorum" yanıtını veriyor. "Peki, burada onlarca yıldır yaşayan, AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşları yerel seçimlerde ne zaman oy kullanabilecek" diye sorunca da, bunun çifte vatandaşlıktan daha zor olduğunu açıklıyor. "Bu konudaki yasa girişimlerimizi Merkel hükümeti ne yazık ki buza yatırmış durumda! Alman anayasasına göre Berlin'deki federal meclisin üçte ikisinin onaylaması gerektiğinden de oldukça zor!" Genç bakan Bilkay Öney çifte vatandaşlık konusunda çok duyarlı. "Aşağı Saksonya Başbakanı'nın cebinde hem İngiliz, hem de Alman pasaportu varken ben cebimde niçin Türk ve Alman pasaportlarını bir arada taşıyamıyorum" diye soruyor! 

Konuyu biraz değiştiriyoruz. Son yıllarda, yabancılar Alman toplumuna uyum sağlayamıyor, diyenlerin çoğu nedense hep Türkleri kastediyor! "Niçin diğer yabancılar değil de bizimkiler" soruma Bakan Öney: "Bunun birçok nedeni var," yanıtını veriyor. "Bizim insanımızın görünümü başka, giyimi başka, adı, soyadı başka, dini de başka… Çoğu dinibütün aile, kızlarını okul gezilerine yollamıyor, yüzme derslerine katılmasına ízin vermiyor; hatta kimi ana baba, okula giden 7-8 yaşındaki kızının başını kapatıyor. Beden eğitimi derslerine türbanıyla giren genç kızlarımız bile var." Bakan Öney'e göre toplumumuzda din önemli bir olgu. Yabancı çocukların eğitimine gelince, İtalyanlarla beraber Türk çocukları en gerilerde, fakat nedenleri pek bilinmiyor. Eyalette değişmesi öngörülen eğitim sistemiyle yabancı öğrencilerin başarı şansı artabilir. Milyona yakın satan ve baştan sona hemen hemen Türkleri eleştiren "Almanya Kendini Yok Ediyor" adlı kitabıyla zengin olan Thilo Sarrazin'in dayanıksız görüşlerini kamuoyu araştırmalarına göre Almanların çoğunluğu da onaylamakta. Sosyal Demokrat Partisi onu üyelikten atamadı. SPD'li bakan İlkay Öney: "Onun gibi bütün çılgınlar partiden atılırsa üye sayımızda büyük bir gerileme olur!" diyor… Öney atılgan, yürekli, yerine göre de kışkırtıcı, fakat düşündüğünü dolambaçlı yoldan değil, doğrudan söyleyen biri. Daha göreve geldiğinin haftasında, eyalette 58 yıl sonra seçimleri ilk kez yitirip, muhalefet koltuğuna oturan Hıristiyan Demokratlar'ın yeni dönemdeki ilk saldırılarının hedefi Türk kökenli kadın bakan Öney olmuştu. Ardından tutucu medyanın da desteği ile eleştiriler artmıştı. "Röportaja gelen gazeteciler söylediklerimin yarısını yazmıyor" diyor Öney. "Örneğin Almanya'daki çok başarılı Türklere, sporcusundan sanatçısına, politikacısından işadamlarına dikkatlerini çekiyorum…" Onun da dediği gibi son 10 yıldır başarılarıyla topluma damgalarını vuran insanlarımızdan değil Sarrazin, kitabını eleştiren en doruktaki Alman politikacıları ve dev medya organları bile tek kelimeyle söz etmiyor, nedense! Bakan Nils Schmid'e Bilkay Öney'i soruyorum. İlk aylarda yaşadığı zorluklardan, özellikle bir Türk kadının böyle bir bakanlığın başına getirilmesinden rahatsızlık duyan sağcı kesimden yakınıyor. "Umarız dayanır" diyorum. "Ben başaracağına inanıyorum" oluyor yanıtı.
www.ahmet-arpad.de

27 Kasım 2011

Koşu şampiyonu eşek Anton

Cumhuriyet 27.11.2011
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Geçenlerde Stuttgart yakınlarındaki Köngen köyünün çevresinde, havanın da güzel olmasından yararlanarak bir uzun yürüyüş yapalım dedik. Köy hafif yamaca kurulmuş. Amacımız yeşiller ve korular arasından geçerek vadiye inmek, Neckar akarsuyunun kıyısında bir yerde mola vermek. Şu sıralar yöre lokantaları kaz, ördek ve değişik av hayvanları sunuyor. Yanında da tabii piyasaya yeni sürülen leziz 2011 yöre şarapları. Yolumuz bir ara büyük bir at çiftliğinin yanından geçiyor. O gün, güzel ve güneşli havadan onlar da yararlansın diye olacak çiftliğin tüm atları dışarı çıkarılmış. Hepsi keyifle koşuşturup duruyor. Ayrı bir bölümde bazı biniciler antreman yapıyor. At terbiyesi yarışmalarına katılacak atlar engelli parkurlarda çalışıyor. Bu kadar çok güzel ve değerli atı bir arada her zaman görmek pek mümkün olamayacağı için durup seyrediyoruz. Nasıl olsa pek acelemiz yok. Birden atların arasında kahverengi, daha doğrusu boz rengi ile bir eşek dikkatimizi çekiyor. O da atlarla bir arada koşuşturup duruyor. Bir sağa gidiyor, bir sola. Atlara eşlik ediyor, peşlerinden ayrılmıyor. Sanki onlardan biri. Gözlerimizi bu keyifli eşekten ayıramıyoruz, ardı ardına birkaç fotoğrafını çekiyoruz. "Gördüğüm gibi Anton hoşunuza gitti." Bu sözler, biz fark etmeden yanımıza gelmiş olan yaşlıca bir adamın. Gülümsüyoruz, ilk kez böyle bir eşeğe rastladığımızı söylüyoruz. Sonra biz sormadan o Anton'un macerasını anlatıyor. Yaşamı boyunca mesleği gereği çok yolculuklar yapmış olan adam, Anton'a bundan beş yıl önce Nürnberg yöresindeki bir köylünün ahırında rastlamış. Köylü eşeğini işe koşuyormuş. "İlk gördüğüm anda uysal bakışlarıyla beni kendisine âşık etmişti" diye anlatıyor yanımıza gelmiş olan adam. "Sonra oralardan her geçişimde Anton'a uğradım. Günün birinde ben ona, o da bana alışmıştı. Yapacak bir şey yoktu, Anton'u buraya getirecektim." Adam sonunda onu köylüden az bir para karşılığı alır. Birkaç gün sonra evinin kapısında bir eşek durduğunu gören karısının şaşkınlıktan dili tutulur! "Benim yakındaki at çiftliğinde üç de atım vardı. Anton onlarla bir arada yaşamaya başladı..." Kısa süre sonra onda bir yetenek keşfedilir. Anton inatçı bir eşek değildir, o koşmasını çok sevmektedir. Atlarla sürekli koşuşturur, gittikçe hızlanır. Tırısı öğrenir, dörtnala koşmayı da!
Ve sahibi günün birinde Anton'la Nürnberg yakınlarında her yıl düzenlenen geleneksel Hersbruck "eşek yarışları"na katılmaya karar verir. Bu yarışlarda eşekler 400 metrelik parkurda önden koşan refakatçının peşinde beş tur atarlar. Önden giden yorulduğu için her turdan sonra değişirken, eşek koşmaya devam eder. Anton katıldığı bu ilk yarışta büyük farkla birinci olur. "Daha sonraki yıllarda buraya daha yakın Hösslinswart yarışlarına katıldık" diye sahibi anlatmasına devam ediyor. "Anton son yıllarda bütün eşek yarışlarını kazandı. Bu yıl ara verdik, başkaları da kazansın diye!" Kimi eşek yarış sırasında saatte 50 kilometre hıza ulaşır, kiminin ise bir iki turdan sonra eşek inadı tutar, bir adım bile atmaz! Boz Anton atlar arasında koşuşturmasını sürdürüyor. "Az sonra büyük ahıra çekilip dinlenecekler" diyor yanımızdaki sahibi. "Bu öğleden sonra dinlentisinde atlar uyuklarken Anton'u korur gibi çevresinde bir halka oluşturuyorlar!"
www.ahmet-arpad.de

6 Kasım 2011

İzleyiciyi coşturan Viyana operetleri

Cumhuriyet 06.11.2011
VİYANA
AHMET ARPAD
 
Yaşamasını çok seven güzel Viyanalı Gabriele, kont Balduin Zedlau ile evlidir. Ancak kontun yaşama bakışı değişiktir, Viyana kanı taşımadığı için de davranışları Viyanalı değildir, daha çok bir küçük burjuvadır! Daha evliliğin ilk yıllarında kocasıyla pek anlaşamayan Gabriele, ortak yaşadıkları kocaman villayı ve Viyana'yı terk eder, baba evine döner. Kont için bu bir şanstır! Kısa sürede kendisine genç bir sevgili bulur. Güzel Cagliari bir dansözdür, babası da Prater'de atlı karınca çalıştırır. Yeni sevgilisi hemen kontun villasına yerleşir. Ancak aklında çapkınlıktan başka bir şey olmayan Balduin bu arada uşağı Josef'in dostu, villanın hizmetçisi şakrak Pepi'ye de göz diker. Kısa süre sonra kont Balduin'in üstü Greiz eyaleti prensi Ypsheim-Gindelbach'ın, ardından da kocasını özlemiş Gabriele'nin aniden kente gelmesiyle "Viyana Kanı"nda işler tam sarpa sarar.
 
Neşeli ve alaylı şarkılar, çok hareketli danslar, yanılgılar, taşlamalar, raslantılar ve ezgilerle dolu Viyana operetleri birer vodvil sayılır, öyle bir an gelir ki konu içinden çıkılmayacak kadar karışır. Fakat sonunda her şey yine yoluna girer, herkes sevdiğine kavuşur. "Viyana Kanı"nın son perdesinde sevgililer birbirlerine haber vermeden gizlice Hietzing'deki bahçeli gazinoya giderler. Kameriyelerinde şampanyalarını içer, havyarlarını yerken işler içinden çıkılmaz olur. Çok hareketli danslar ve büyük koronun coşkulu şarkılarıyla Voksoper'de yeniden sahnelenen "Viyana Kanı" bu son bölümüyle doruğa ulaşıyor! Perde kapanırken sahnedekiler de, seyirciler de coşkulu, mutlu! Şarkıların yanı sıra konuşmaların da Viyana lehçesiyle yapılması operete tam bir neşe katıyor. Özellikle faytoncu ile güzel Cagliari'nin babası, Praterli atlıkarınca sahibi Kagler'in diyalogları kimi seyirciyi yerlere yatırıyor. Johann Strauss'un son perde için seçtiği bahçeli gazino, özel yaşamında da ailesiyle sık sık gittiği Hietzing'deki ünlü Dommayer gazinosunu anımsatır. Orta halli ve düşük gelirli Viyanalılar Prater'de eğlenirken zengin ve asiller Dommayer'in büyük bahçeli ve lüks salonlu, danslı, müzikli gazinosunu yeğlerdi...
 
Günümüz Viyana'sı birçok kentlinin müdavimi olduğu şık kafelerle dolu. Ancak içlerinde mutlaka uğranılması gereken biri var! O da, kapılarını 1950 yılında açmış, diğerleri kadar lüks ve şık olmayan, Dortheer sokağındaki Café Hawelka. Burası çok sevilen bir edebiyatçılar, ressamlar ve gençler kahvehanesi. Yıllar boyu Ernst Fuchs, ressam Hundertwasser, aktör Qualtinger, Oskar Werner, Elias Canetti, Andy Warhol, Henry ve Arthur Miller karı-koca Hawelka'ların sürekli müşterisi olmuş. Şu sıralar tarihi masalarını daha çok aydın gençler dolduruyor. Sahibi Leopold Hawelka nisan ayında 100 yaşına bastı. Her gün, birkaç saatliğine de olsa hâlâ geliyor, köşesine oturuyor. Oğlu ve torunları koşuştururken o biraz kestiriyor, biraz da yanına sokulan hayranlarıyla sohbet ediyor, onlarla fotoğraf çektiriyor.
 
Az sonra yaşlıca, iyi giyimli bir bayan gelip: "Babacığım!" diye ona sarılıyor. Sonra bana doğru dönüp: "Kızıyım" diyor. Konuşkan biri. Sohbete dalıyoruz. Annesinin ölümünden sonra kardeşleriyle arası açıldığı için kahvehaneyle pek ilgisinin kalmadığını anlatıyor. "Bütün işim babamın bakımı" diyor. Bu arada yanımıza orta yaşlı iki şık bayan sokuluyor. Hawelka'ya gülümsüyorlar: "Haydi, parka gezmeye gidiyoruz" diyorlar. Yaşlı adam homurdanıyor: "Burada oturacağım!" Kızı, gelenlerin Polonyalı bakıcılar olduğunu söylüyor. "Onların bana çok yardımı oluyor. Hem biliyor musunuz, bayanlar Katolik, babama çok iyi davranıyorlar..." Birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Torunlardan biri, üç-dört yıl önce Hawelka'nın oğlu ve torunlarıyla çekilmiş bir afişini hediye ediyor. "Görüyor musunuz" diyor kızı, "bu fotoğraf çekilirken beni aralarına almamışlardı!" Somurtarak kahve ocağına doğru şöyle bir bakıyor. "Kadının pek önemi yoktur onlar için!"
 
www.ahmet-arpad.de

18 Eylül 2011

Şarlo'nun 'balkon konuşması'

Cumhuriyet 18.09.2011

VİYANA
AHMET ARPAD
 
Hitler 15 Mart 1938 günü Viyana Hofburg Sarayı'nın balkonundan Kahramanlar Alanı'nda kendisini dinleyen kalabalığa çok sözler verir. En önemlisi partisinin ülkeye yeni bir düzen getireceğini, işsizliğe mutlaka çare bulacağını söyler. İnsanlar onun içi boş sözlerine inanır. Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim alır, çünkü çoğunluk onun arkasındadır. Çaresizlik içindeki toplumun peşinden gideceği başka lider yoktur. Hitler sudan nedenlerle sol görüşlü karşıtlarını ve aydınları tutuklatıp, kamplara attırır. Bilim adamları ve yazarlar yurtdışına kaçar. Avusturya'ya el koyduktan sonra o ünlü balkon konuşmasını yapan "Führer" artık iyice güçlenmiştir. Kısa süre sonra Yahudilere yapılan eziyetler artar. 9 Kasım 1938 gecesi Almanya ve Avusturya için "Kristal Gece"dir. Binlerce işyeri yağmalanır, 270 sinagog yakılır, Yahudiler öldürülür. Tam bir cinnet geçiren Hitler ve şürekâsı gerçek yüzünü çok çabuk göstermiştir! Akıllı bir propagandayla misyonlarını çok mükemmel sahneleyen Naziler, geleceğinden ümit kesmiş kültürsüz yığınların kolayca kandırılıp, elde edildiğini çok güzel başarmıştır! Almanya'da ve Avusturya'da insanların çoğunluğu bütün olumsuz gelişmelere karşın ağızlarını açmamakla, kulaklarını tıkamakla ve gözlerini kapatmakla Hitler'e destek vermiştir! Ve halkın bu ilgisizliği onun gibi bir despotun son bin yılın en dehşetli katliamını işlemesine yol açmıştır! İşte o süreçte ve ardından gelen gelişmelerde Viyana'daki ünlü "balkon konuşması" çok önemli bir rol oynamıştır!
 
Şimdi Kahramanlar Alanı'nda, Avrupa'yı Türklerden kurtarmış olan Prens Eugen'in dev heykelinin yanı başında durmuş Hitler'in o konuşmasını yaptığı -şu sıra bir restorasyon geçiren- balkona uzun uzun bakarken birden aklıma Şarlo'nun "Büyük Diktatör" filmi geliyor. Geçen yüzyılın en büyük sinema artisti ve rejisörü Chaplin 1940 yılında çevirdiği bu ilk sesli filminde Nazi Almanya'sı ve Hitler ile çok güzel alay eder. Onun diktatörlüğü ve faşistliğini alay konusu ederken, izleyiciyi düşündürür ve hüzünlendirir de. "Büyük Diktatör" sayısız unutulmaz başarılı sahne ile doludur. Üzerine dünya haritası çizilmiş büyük bir balonla dans edişi ve alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı "balkon konuşması" çoktan sinema tarihine geçmiş ünlü sahnelerdir! Balkondaki Hinkel (Şarlo) kimi zaman çok öfkelidir, kimi zaman çok yumuşaktır. Charlie Chaplin bu sürekli değişimle Hitler'in nasıl dengesiz birisi olduğunu göstermek ister. Hele ağzından çıkanların tek kelimesi bile anlaşılmayan "Führer"e yığının coşkuyla haykırışı bu deha insanın hınzırca bir buluşudur! Şarlo'nun ömrünün son 25 yılını geçirmiş olduğu Leman gölü kıyısındaki Vevey'deki villası şu sıralar bir müzeye dönüştürülmekte. Uzun çabaları gerektiren bu proje 2012'de meyvelerini verecek ve herkesin merakla beklediği müze Şarlo sevenlere kapılarını açacak.
 
Yolun iki kenarında duran şık faytonların arasından geçip, Ring caddesine doğru yürüyorum. O akşam Volksoper'de oğul Johann Strauss'un ünlü "Viyana Kanı" operetinin bu sezondaki ilk gecesi var, uğrayıp biletleri almalı. Viyana'da operet izlemek bir başkadır. Volksoper'de 1898'den bu yana perde hemen hemen her gece açılır, yılın 300 gecesinde Viyanalı operetlerle coşar. Çoğu temsilde sahneden sıçrayan kıvılcımla seyircilerle sanatçılar bütünleşir.
 
www.ahmet-arpad.de

21 Ağustos 2011

Dev kollarıyla yeşile saldıran ahtapot

Cumhuriyet 21.08.2011
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Alman insanın doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuz. Türk insanı da doğayı, yeşili sever, köyünü terk etmediği sürece! Büyük kente geldi mi, hele İstanbul'a yerleşti mi, yeşil sevgisi kısa sürede beton sevgisine dönüşüverir. 1950'li yıllardan bu yana yaşamakta olduğumuz bu sevginin sonu gelmeyecek gibi! Menderes'in başlattığı "yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu"nu İstanbullu olmayan, fakat kendilerine "İstanbul âşığı" diyen halefleri hep sürdürdü. "Mavi gözlü" Dalan'ın bir zamanlar, restore edeceğine üzerinden silindirle geçtiği ve "yeşil alan" yaptığı Haliç kıyılarına ne zaman giderseniz gidin, temiz hava almaya gelmiş Allah'ın tek kuluna rastlayamazsnız. Dalan'dan sonrakiler de yeşil yerine beton-asfalt politikasını sürdürdüler. Ve her belediye seçiminden de zaferle çıktılar! Son 15 yıldır dikilen "ucube" gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu geleceğe benzemiyor. Üçüncü Boğaziçi köprüsüyle çevreyolları ve "çevreyol manzaralı" siteleri bizi bekliyor! İstanbul çoktan bir "ahtapot" kent! Dev kollarıyla yeşil alanlara saldırıyor, kanlarını emiyor, onları yutup bitiriyor. Şehir Planlamacıları Odası İstanbul Şubesi'ne göre kentte kişi başına 1 metrekarenin altında aktif yeşil alan düşüyor. Sağlıklı bir yaşam için bu oran 10 metrekare olmalıymış. İBB'ye göre ise İstanbul'da kişi başına düşen yeşil alan 6.4 metrekare. Uçağınız İstanbul'un üzerinde inişe geçtiğinde bir aşağı bakın, Şehir Planlamacıları'na hak verirsiniz! Avrupa'nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasından değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Resmi verilere göre Tuna kenti Viyana'nın yüzde elli biri yeşille kaplı! Bütün bunlardan niçin mi söz ettim?
 
Geçenlerde Stuttgart yakınlarındaki Horb 2011 eyalet bahçecilik gösterisinde gezinirken aklıma geldi de onun için. Tarihi kentin hemen yanı başında, Neckar akarsuyunun kıyısında on bir hektarlık yepyeni bir yeşil alan gerçekleştirildi. Üç yıllık bir çaba ve 4 milyonluk harcamanın ardından ortaya 1.5 kilometre uzunluğunda mükemmel bir park çıktı. Aşağıdan, akarsu kıyısındaki düzlükten baktığınızda evleri, duvarları ve kilise kuleleriyle tarihi Horb kentinin çok pitoresk bir görünümü var. Şimdi burada, su kenarında üç yıllık bir çaba sonucu gerçekleştirilen yeşil alan geleceğin insanlarına bırakılan çok değerli bir miras! Amaç, nehri islah ederek, kıyısını yeşillendirerek Horb'da ve çevresinde yaşayanları nehire çekmek, suyu kent yaşamının içine almak, insanlara nesiller boyu kullanacakları bir yeşil alan bırakarak yaşam kalitesini arttırmak. Eylül sonuna kadar giriş ödeyerek gezilen ve yaz boyunca bine yakın etkinlikle zengileştirilen bu bahçecilik gösterisine 200 binin üzerinde ziyaretçi bekleniyor. Sayısız tür çiçekle dolu yataklar inanılmaz renkleriyle gözleri kamaştırıyor, oluşturulan çiçek dekorasyanları bir oyunu andırıyor. Alanın bir köşesine de yörenin değişik sebzeleri ve o doğada yetişen baharatlar dikilmiş. Çocuklar oyun bahçelerinden zaman buldular mı, renkler arasında koşuşturuyorlar.
 
Almanya'nın her eyaletinde birer küçük kentte benzeri projeler sürekli gerçekleştiriliyor. Ülkede ayrıca, her yıl bir başka büyük kente de aynı projeyle yeşil alanlar kazandırılıyor. Stuttgart'ın merkezinde 10 kilometre uzunluğundaki yeşil alan ve park da bu projelerle gerçekleştirildi. Mimarlar, plancılar, doğaseverler, bahçevanlar ve yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya. Siz bana 15 milyonluk İstanbul'da tek bir büyük park göstebilir misiniz içinde çocukların koşuşturup, oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, sıralarda oturan yaşlıların, sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı? Bu hiç gerçekleşmeyecek düşten başka bir şey değil! Viyana'da, Londra'da, Paris'te ya da 60 yıl öncesinin Taksim İnönü gezisinde sandım kendimi birden, kusura bakmayın...
 
www.ahmet-arpad.de

10 Temmuz 2011

Frisch'in izinde

Cumhuriyet 10.07.2011

ZÜRİH
AHMET ARPAD
 
Zürih kentini yukarıdan seyretmek istiyorsanız İstasyon Caddesi'nden sola sapıp, dar sokaklardan ağır ağır yürüyerek Lindenhof tepesine çıkmak en iyisi. Ağaçlar altındaki küçük park Zürih'te bir "vaha". Tarihi yapılar, büyük katedral, kentin ortasından geçen Limnat nehri buradan ayaklarınızın altında. Ötelerde Zürih'i ve gölü çevreleyen tepeler. Kışın ufukta karlı dağlar, lodos estiğinde mavimsi bir renge bürünen, kente iyice yaklaşan Alpler. Lindenhof her mevsimde güzel, huzur verici, romantik. İsviçreli yazar Max Frisch'in ölümünün ardından tam 20 yıl geçti. 2011 aynı zamanda bu ünlü edebiyatçının 100. doğum yılı da. Savaş sonrası Alman dili edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Frisch eserlerinde daha çok bireyin ve toplumun kimlik sorunlarını ele alır, ülkesi İsviçre'yi sorgulamaktan da geri kalmaz. Frisch yaşamının uzun yıllarını doğduğu kent Zürih'te geçirir, eserlerini orada yaratır. Göl kıyısındaki bu güzel kentin café ve lokantaları onun çalışma ve tartışma mekânlarıdır. Max Frisch'in izinde yapılacak bir gezintiye göl kıyısındaki Bellevue alanından başlamak doğru olur.
 
1978'de bir akşam dostu Friedrich Dürrenmatt ile yine Kronenhalle lokantasında buluşur. Dürrenmatt ona en son eseri "Okuma Kitabı"nı "eski dost ve omuzdaşım Max'a..." cümlesiyle imzalayıp verir. Frisch yazılana şöyle bir göz atar ve hiç sesini çıkarmadan lokantayı terk eder. Fakat gece yarısına doğru geri döner ve elindeki kitabı hâlâ masasında oturmakta olan Dürrenmatt'ın önüne: "Bu utanılacak bir cümle, avukatımla konuştum, 'omuzdaş' bir hakaret!" sözleriyle fırlatır ve çıkar gider. Kronenhalle günümüzde yine ünlü. Duvarlarını süsleyen değerli Picasso'ların ve Chagall'ların asılı olduğu lokanta, göl ile şehir tiyatrosu arasındaki konumu nedeniyle her zaman dolu, masalarında çoğu kez varlıklılara ve diğer ünlülere rastlanıyor. 1862'de açtığı kapılarını hiç kapatmamış olan Kronenhalle ciğer köftesinden yapılan leziz çorbasıyla da ünlü. Max Frisch'in sık sık uğradığı Zürih lokantalarından biri de Bodega Espanola. Saatlerini geçirip, kimi eserlerini kaleme aldığı, günlük gazeteleri karıştırdığı, yan masada oturanlarla politik tartışmalara girdiği Bodega 1874'te açılmış. İspanyol mutfağından spesiyaliteler ve şaraplar sunan lokanta da Kronenhalle gibi sanki hiç yenilenmemiş, geçmişini günümüze dek öyle korumuş. Göl kıyısındaki Café Odeon geçenlerde yüzüncü yılını kutladı. Onlarca yıl Zürih'e gelen ünlü mülteciler için ilk adres sayılan Odeon da Frisch'in sık sık uğradığı Café'lerden biriydi. Zürih'de Viyana kahvehanesi atmosferini arayan aydınlar için Odeon ideal bir buluşma yeriydi. Lenin, Thomas ve Klaus Mann, Albert Einstein, Franz Léhar, Arturo Toscanini, Erich Maria Remarque, Stefan Zweig, James Joyce sürekli müşterileriydi. Mülteci yazarların eserlerini basan Europa Yayınevi sahibi Emil Oprecht kitapların ilk sunumunu Cafè Odeon'da yapardı.
 
Max Frisch'in "Günlükler - 1946-1949" eserini kaleme aldığı Cafè de la Terasse bir süre önce iyice bir elden geçmiş Arnuvo salonuyla koruma altına alınmış yuvarlak bir yapı. Sütunları, büyük pencereleri ve mobilyaları kahvesini yudumlayana huzur veriyor. Frisch'in izinde yapacağınız gezinti sizi mutlaka az ötedeki dünyaca ünlü Zürich şehir tiyatrosuna da götürecektir. Romanlarının yanı sıra tiyatro oyunlarıyla da ünlenen Max Frisch'in Bertolt Brecht'ten etkilendiği söylenir. Yaşamının tam kırk dört yılını Zürih tiyatrosuna vermiş olan yazarın toplumsal eleştiri ağırlıklı sahne oyunları da çoğu kez İsviçre'de heyecanlı tartışmalara neden olmuştur. Max Frisch doğduğu ve yaşadığı, "çevresini fabrikaların değil villaların sardığı hoş bir gölün kıyısındaki" Zürih'i severdi. Kentteki yaşam, Limnat nehri, göl, dağlar ve en çok da caddelerinden geçen mavi tramvaylar hoşuna giderdi. Mavi, Frisch'in çok sevdiği renkti, kitaplarını ciltletirken hep maviyi yeğlerdi. Gençliğinde mimarlık eğitimi görmüş olan Max Frisch'in zengin arşivi günümüzde Zürih Teknik Üniversitesi'nde korunmakta. Uzun bu gezintinin ardından sıcak bir yaz gününde kendinizi serin sulara bırakmak istiyorsanız Engen'deki göl plajını, ya da 1949'da Max Frisch'in plânlarına uygun inşa edilmiş olan ve günümüzde bir kültür anıtı kabul edilen Letzigraben açık yüzme havuzunu yeğleyebilirsiniz.
 
www.ahmet-arpad.de

26 Haziran 2011

Ormanı andıran mezarlık

Cumhuriyet 26.06.2011

BERLİN
AHMET ARPAD
 
Avrupa'nın en büyük mezarlığı Viyana'daki 240 bin metrekare alana yayılan Merkez Mezarlığı'dır. Burada 3 milyon civarında mezarın olduğu söyleniyor. Avrupa'daki önemli mezarlıktan biri de 40 bin metrekare alanı kaplayan ve içinde yüz bin mezarın bulunduğu Paris'teki dünyaca ünlü Père-Lachaise'dir. Berlin Weissensee Mezarlığı da aynı büyüklükte. Ancak yüz on altı bin mezarın bulunduğu Weissensee'ye 1880'den bu yana sadece Yahudiler gömülüyor. Geçen aylarda bir belgesel film dikkatleri çekmişti. 2011 Berlin Film Festivali'nde seyirci ödülü kazanmış olan "Cennette, toprağın altında" adlı filmin konusu bu Yahudi mezarlığı idi. Berlin'i terk edip, eski Doğu Berlin'in geniş caddelerinden geçerek ulaşacağınız Weissensee semtindeki Yahudi mezarlığının geniş kapısından içeri adım attığınız anda kendinizi bambaşka bir dünyada hissediyorsunuz. Biraz şaşkın, biraz merakla çevrenize bakınırken biri hızla yanınıza sokuluyor. Adam hiç konuşmadan size kara bir takke uzatıyor. Kavrıyorsunuz, bu kipayı başınıza geçirmeden mezarlıktan içeri adım atmak yok. Hangi dinden olursanız olun, ölülere saygı gereği başınızı kapatmalısınız. Bir zamanlar İsrail'deki soykırım müzesini gezerken Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit'in başında şapka vardı. Onlardan sonra gelen Başbakan Erdoğan ise nedense müzeyi "başı çıplak" gezmişti...
 
Az sonra dev ağaçlar altındaki yollarda ilerlerken başka bir dünyadasınız. Çeşitli sarmaşığın kapatmış olduğu kara mezar taşları, mozoleyi andıran dev mezarların sağından solundan yükselen onlarca yıllık kırmızı, beyaz Alp gülleri... Mezarlar çok değerli mermer taşlarından veya granitten yapılmış, döküm parmaklıklar gümüş ve altın renginde. Kimi parmaklığın ardında yine altın boyalı yüksek şamdanlar görülüyor. Mermerlerdeki sevecen yazıtlar orada yatanları saygıyla anıyor. Taşlara itinayla işlenmiş defne ve yeşil sarmaşık motifleri de o kişiyi onurlandırıyor, ona duyulan dostluk duygularını simgeliyor. Weissensee'deki anıt mezarlar özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesinde vefat etmiş olan, toplumun yakından tanıdığı çok varlıklı Yahudiler için yapılmış. Soykırımdan önce Berlin'de 170 bin Yahudi yaşarken, Üçüncü Rayh'ın sonu geldiğinde sayıları bin beş yüze düşmüş!
 
Küçük bir mahalleyi, mezarlıktan çok bir parkı, hatta yer yer bir ormanı andıran Berlin Yahudi mezarlığına büyük kentin kargaşasından ve gürültüsünden kaçıp, ağaçlar altında huzur içinde gezinmeye gelenler de var. Tarihi ağaçların dorukları güneşin sıcağını, çevrenin gürültüsünü önlüyor. Kuşlar için bir cennet. Ağaç doruklarına atmacalar yuva kuruyor, geceleri mezar taşları arasında tilkiler dolaşıyor. Gölgeli, serin yollarında sadece meraklılar, yabancı turistlere rastlanmıyor.
Bastonuna dayanarak yürüyen yaşlılarla, çocuk arabası süren anneler de burada nefes alıyor. Ara yolların çoğuna girmek mümkün değil. Kırılıp düşmüş ağaç dalları, yerlere kadar inmiş dev sarmaşıklar ve sürekli yayılan yosunlar sadece yolları kapatmış değil, birçok mezar taşını da altına gömmüş. Kimi kara mezar taşı öne veya arkaya eğilmiş. Az ötede yan yana iki mezarın taşları düşmemek için birbirlerine destek olmuş, baş başa vermiş iki insan gibi öyle duruyorlar.
Bu mezarlıkta yatanların yakınları Nazilerin Yahudi soykırımında gaz odalarına yollandığı, ölümden kurtulanlar da denizaşırı ülkelere kaçtığı için mezarlara bakacak hiç kimse kalmamış. Onlarca yıl sonra günümüz Berlin Senatosu çok kısıtlı bütçesinden her yıl 280 bin Avro'yu mezarların restorasyonuna ayırmaya karar vermiş. Bütün mezarlığı yok olmaktan kurtarmak için ise derhal 40 milyon Avro'ya gerek var! Almanya Yahudileri Cemaati, Berlin Weissensee Mezarlığı'nın bir an önce UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilmesini istiyor.
 
www.ahmet-arpad.de

26 Mayıs 2011

Suskunları uyandırmak isteyen insan - Hans Fallada'nın oğullarıyla bir sohbet

Cumhuriyet KİTAP Eki, 26.05.2011

1940'ta Berlin'in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, yıllar boyu Hitler'e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir. Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Onlar artık çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi yaşamak niyetinde değildir. Küçük insanların uyandırılması gerekir.
 
Ahmet ARPAD
 
Pencereleri Berlin'in ünlü bulvarı Kurfürstendamm'a bakan salonda oturmuş sohbet ediyoruz. Koltuklarına kurulmuş iki yaşlı bey sürekli konuşuyor. Heyecanlılar. Fincanlarındaki çay çoktan soğumuş. Aşağıda Kurfürstendamm'da her zamanki gibi yoğun bir trafik. Kaldırımlar da rahat rahat dolaşan, pahalı vitrinlere bakan insanlarla dolu.
 
'Ben babamı on yaşından sonra yakından tanıdım' diyor Uli. Seksenini geçmiş, fakat dinç: 'Çünkü o benim mektup arkadaşımdı. Carwitz ve Berlin'deki ikokul yıllarımın ardından Templin'deki Joachimsthal Lisesi'nin yatılı bölümüne yollanmıştım. 1940-1946 arasında birbirimize yazdığımız mektuplar benimle çok uzaklardaki evim arasında tek bağlantıydı.'
 
Babasının mektupları, çevresini yeni yeni kavramaya başlayan erinlik yaşındaki bir oğlan çocuğuna hasretini çektiği köyünden her hafta yeni haberler getiriyor, yatılı okul yaşamının biteviyeliğini az da olsa unutturuyordu. Uli o mektupları babasının ölümünden sonra bir daha hiç görmez. 'Ta ki 1944'te boşanmış olduğu annemin 1990'da vefatının ardından küçük kardeşim Achim'le bana bir dosya verilene kadar.' Dosya, baba ile oğlunun birbirlerine altı yıl boyunca yazmış olduğu mektuplarla doluydu: 'Tam 461 sayfa. Annem hepsini saklamıştı.'
 
'ÇALIŞMAKTAN HİÇ VAZGEÇMEZDİ'
Aile, 1932'de Berlin'den büyükçe bir köy sayılan Carwitz'e taşıdığında Uli iki yaşında. Hans Fallada Küçük Adam Ne Oldu Sana? romanıyla ününe o yıl erişmiş, aile rahata kavuşmuş: 'Göl kıyısındaki Carwitz'de ben çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. O yılların köy yaşamı biz çocuklar için bir cennetti. Bütün günleri yazmakla geçen babam, öğleden sonralarını hep benimle ve küçük kız kardeşim Lore'ye ayırdığını çok iyi anımsıyorum. Babam çoğu zaman sabaha karşı uyanır, daha güneş doğmadan masasına oturur ve öğleye kadar aralıksız çalışırdı.' Hans Fallada savaş başladığında küçük oğluna arada sırada politika ve savaş üzerine bir şeyler anlatırdı. Uli hafta sonlarında okuldan izinli geldiğinde babasını çoğu zaman radyonun başında oturmuş, kanalları karıştırırken görürdü. Aile, devlet radyosunun yanı sıra 'düşman' radyolarını da dinlerdi.
 
Balkona yakın koltukta oturan küçük kardeşi Achim ilk kez söze karışıyor: 'Annemizden boşanan babam 1944'te Carwitz'deki köy evimizi terk edip, tekrar Berlin'e yerleşmişti.' Aniden susuyor. Uzanıyor, dalgın dalgın onu dinleyen ağabeyinin fincanına çay koyuyor. Sonra konuşmasını sürdürüyor. 'Sürekli çalışması, romanlarına yeni romanlar katması, çoğu zaman yatakla yazı masası arasında geçirdiği günlük yaşamı çocukluğumuzun cana yakın babasını artık çok değiştirmişti. Gittikçe zorlaşan savaş yıllarında geçimi de kolay değildi, geliri azalmıştı.'
 
Sağlığı gittikçe bozulmaya başlayan Fallada, kısa süreli de olsa sık sık hastaneye yatmak zorunda kalır. Gençliğinde bir süre olduğu gibi yine morfiyum kullanmaya başlayınca ampülleri temin etmek görevi genç ikinci karısına düşer. Çökmüş olan Hitler ordusunun depolarından karaborsaya sürülen morfiyumları bulmak pek zor olmaz.
 
'Babam her şeye karşın çalışmaktan vazgeçmeyi düşünmüyordu.' Bu kez konuşan yine büyük oğul Uli idi. 'Kendini biraz iyi hissettiğinde hemen masasının başına oturuyor, yazıyor ve yazıyordu. Yazarken iyi kazandığı gibi, acılarını, dertlerini de unutuyordu. İşte o dönemde, ölümünden kısa süre önce yazdığı Herkes Tek Başına Ölür romanını çılgınlar gibi çalışarak bir ay gibi çok kısa bir sürede bitirmişti. Kitap dört ay sonra piyasaya çıktığında babam artık yaşamıyordu.'
 
'Küçük insanların avukatı' sayılan Hans Fallada bu romanı yazarken gerçeklerden yola çıkar. Romanının kahramanları, Hitler'e ve Nazi terörüne karşı küçük bir savaş veren işçi sınıfından bir karıkoca. Fallada'nın anlattıkları İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış olaylar. Eline geçen bir Gestapo dosyası bu romanın kaynağını oluşturur. Yıl 1940. Berlin'in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, o güne kadar Hitler'e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir. Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi boyun eğip, yaşamak niyetinde değillerdir. Küçük insanların uyandırılması gerekiyordur. Bir savaş başlatılmalıdır. Bu savaşta yaşlı karıkocanın silahı, üzerine rejim aleyhinde metinler yazdıkları kartpostallardır. Amaçları boynu bükükleri uyandırmak, suskunları Nazilere karşı harekete geçirmektir.
 
Kartpostalları iki yıl boyunca Berlin'in, daha çok küçük insanların yaşadığı mahallelerde gizlice dağıtırlar. Fakat tek başlarına yaptıkları savaş başarıya ulaşmaz. Bir ihbar üzerine yakalanırlar. Kısa bir davanın ardından idama mahkûm olurlar. Yıllar boyu basılan, fakat satışı birkaç yıl öncesine kadar ağır giden bu roman 1940'lı yıllarda Berlin'in sokak ve caddelerinde, Nazi ev ve villalarında, fakir insanların arka avlu odalarında geçiyor. Her yerde insanlar birbirini gözetliyor, her yerde ihanet, korku, ürkeklik ve çok az da umut var. Herkes Tek Başına Ölür son iki yılda büyük bir patlama yaptı. Özellikle İngiltere, Amerika, İsrail ve Fransa'da yarım milyondan fazla sattı.
 
'Babamız çok duygusaldı, çevresindeki insanlara bakışı değişikti, onları çok iyi anlardı. İnce düşünceli olması birçok konunun üzerine duygusal gitmesinin, içinde yaşadığı dünyayı o günün insanlarından daha başka kavramasının nedenidir.' Büyük oğul iyice dalgınlaşıyor. Sohbetin onu yorduğu belli. Sözü kardeşi Achim alıyor: 'O gerçekçiliği de hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Özellikle savaşın son yıllarının çilelerine ve savaş sonrasının zor yaşam ortamına, iyice bozulan sağlığına karşın direnç göstermiş olması, başarılı eserler yaratmayı sürdürmesi babamıza olan hayranlığımızın nedenlerinden biridir.'
 
Oğulları Uli ile Achim'in anlattığına göre Hans Fallada'nın çok iddialı bir kişiliği vardı. Heyecanlı ve sinirliydi de. 1946'da 'Herkes Tek Başna Ölür'ü yazarken kafasında bu romandan başka bir şey yoktu. Hastalığına karşın çok az uyuyor, neredeyse gece-gündüz yazıyordu. Montblanc kalemiyle yazdıklarını sekreter kız ertesi gün hemen daktiloya çekiyordu. Bir ay sonra bitirdiğinde tam 877 sayfa ortaya çıkmıştı.
 
İNSANLAR SUSKUNLAŞIRKEN
Fallada müsveddeleri teslim etmesinin ardından yayıncıya 30 Ekim 1946'da şunları yazar: 'Belki şu anda çok bitkinim, fakat böyle bir eser ortaya çıktığı için de çok mutluyum. Bu yine gerçek bir Fallada romanı oldu.' Yazarın, küçük insanları anıtlaştırdığı bu en son eserini okuyanlar savaşın bitiminden 66 yıl sonra yepyeni bir Nazi Almanyası ile tanışıyor. O günlerin herkesin herkesten çekindiği kasvetli ortamında ürkek çoğunluk gittikçe suskunlaşırken acımasız rejime karşı çıkan bireylerin de olduğu, küçük insanların, tek başlarına kalsalar da Hitler'e direnç gösterdiğini Fallada alışılmış ustalığı ile yine okura sunuyor. 1940'lı yılların Nazi Berlin'i bütün canlılığı ile karşınızda. Küçük suç işleyen zavallılar, jurnalcılar, para uğruna her şeyi yapan küçük adamlar, hergeleler, ucuz sokak kadınları, üniforma meraklısı gençler, acımasız Gestapo şefleri, ortama uymuş, hırslı polis komiserleri, iyi yürekli zengin dullar, her şeyini yitirmiş Yahudiler, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallılar, işkenceler, intiharlar, parçalanmış, güvenini yitirmiş bir toplum ve hepsinin ortasında özgürlük uğruna ölümü bile göze almış, toplumu boğanlara, gittikçe artan 'devlet terörü'ne direnç gösteren yürekli birkaç insan...
 
Fallada'nın yazdığı bazı bölümlerden o dönemde nedense çekinen yayınevi ilgilileri eseri piyasaya verirken onları çıkarır veya değiştirir. 2010'da bir rastlantı sonucu arşivlerde Fallada'nın müsveddeleri bulunur ve eserde değişikliklerle kısaltmalar yapıldığı tespit edilir. Herkes Tek Başına Ölür, yirminci yüzyıl Alman edebiyatının bu çok önemli yazarının en büyük eseri. Mart ayında, Fallada'nın 1946'da yazdığı gibi satışa sunuldu ve hemen besteller listelerine girdi. Satışı Almanya'da iki ay içinde yüz bine ulaştı. Yeni Herkes Tek Başına Ölür açıklandığına göre tam yirmi ülkeye satıldı. Bu ilginç roman 1976'da filme çekildiğinde ünlü Hildegard Knef başrolü oynamıştı. Romanın şimdi büyük bir 'comeback' yapması üzerine bir kez daha sinemaya uyarlanması kesinleşti.
'Çok sorunlu geçen bir gençliğin ardından eriştiği başarı nedeniyle babam kendisine saygı duyulması gereken bir kişidir...' Yaşlı adam uzun suskunluğunun ardından yine konuşuyor. Sesi şimdi biraz usul çıkıyor. Gözüm duvardaki bir genç adam portresinde onu dinliyorum. Bir arka avlu evinin penceresinde oturan genç hüzünle bize bakıyor. 'Kimin?' diye soruyorum. Yaşlı oğul Uli ressamı anımsamıyor. 'Babamın ölümünün ardından çok zor, hüzünlü geçen bir gençliğim olmuştu. Arka avludan kurtulmak için çok çaba göstermiştim...'

8 Mayıs 2011

'Goetheanum' sanki bir uzay gemisi

Cumhuriyet 08.05.2011

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Dornach, İsviçre'nin Basel kentinin güneyinde yeşiller içinde bir kasaba. Trenden iner inmez tepelerden birinde betondan, şekilsiz gri dev bir yapı hemen dikkati çekiyor. Oraya gitmek isteyenler istasyonun önünde bekleyen otobüse biniyorlar. Az sonra hareket eden dolu otobüste, en arka sırada oturan üç yaşlı kadının dışında hep kentli giyimliler var. Zor anlaşılan bir köylü şivesiyle konuşan bu üç kadından başka ağzını açan yok. Otobüsteki dışarlıklı yolcular nedense hep birbirlerine benziyor. Giyimleri gibi yüzleri de renksiz. Çoğunun saçlarına ak düşmüş, kadınlar makyajsız, suskunlar, arada sırada fısıldaşıyorlar. Gülümseyen yok. Sırtları dimdik, başları hafif kalkık öyle oturuyorlar. Yol tepeye doğru yükseldikçe yeşiller arasında ikişer katlı villalar dikkati çekiyor. Çoğu tek renkli, şekilsiz, asimetrik, evlerin köşeleri yok. Yukarıdan vadiye bakan o dev yapıyı andırıyorlar.
 
Otobüs az sonra duruyor. Suskun yolcular iniyor. Çayırlarla kaplı tepenin doruğunda insanları ezecekmiş gibi yükselen yapıya "Goetheanum" diyorlar. Yakından baktığınızda başka bir dünyadan gelmiş, az sonra havalanacak uzay gemisini andırıyor. Öğle yemeğinin ardından içine girip bir gezmeli. Durağın hemen karşısında iki katlı yapı da şekilsiz. Üst kattaki büyük lokanta dolu ve sessiz. Yere iğne düşse sesi duyulabilir. Masalarda oturanlar otobüsle gelenleri andırıyor. Kayar gibi sessizce dolaşan garson kızlardan birinin getirdiği tepside fırında tuzsuz beyaz peynirli yulaf, yanında haşlanmış yeşil lahanayla birkaç dilim kabak ve sütlaç benzeri pirinçli bir şey var. Yemeğin görünümü pek ağız sulandırmıyorsa da, çok sağlıklı olmalı. Fakat sebzeye biraz tuz gerek. Masa o kadar sessiz ki, insan öteki uçta duran tuzluğu istemeye çekiniyor. Birbirleriyle sohbet edenler arasında içtenlik yok gibi. Tüm salonda coşku ve gülme de yok.
 
Az sonra insanlar, sanki bir yerden emir gelmiş gibi aynı anda kalkıyor. Hesabı alan garson kız: "Konferansın öğleden sonraki bölümü on beş dakika sonra başlayacak da" diyor. Az sonra yüze yakın insan Goetheanum'a çıkan dar yolda karınca dizisi örneği yürüyor. En iyisi peşlerinden gitmek. Köşesiz dev yapı yanına sokuldukça daha bir tuhaflaşıyor. Pencereler, kapılar da köşesiz, yuvarlak. Koridorlar, salonlar, merdivenler ve tavanlar da alışılmış değil. Her şey hüzün ve iç sıkıntısı veriyor. Yemekten gelenler salona giriyor, büyük kapı arkalarından kapanıyor. Rudolf Steiner'e inananlar şimdi antroposofik toplumun Dornach'taki merkez binasında kendi dünyalarında...
 
Stuttgart'taki Waldorf Astoria sigara fabrikasının sahibi Emil Molt 1919'da I. Dünya Savaşı'nın ardından yeni bir insan tipinin yaratılması gerektiğini düşünür. Bunun için de eğitim anlayışının değişmesi zorunludur. Rudolf Steiner'in desteğini alan Molt ilk Waldorf okulunu Stuttgart'ta kurar. Steiner'in düşünceleri doğrultusunda oluşacak irade, duygu, düşünce bütünlüğünü sağlayarak bilinci geliştirecek ve kişinin benliğini özgürleştirecek bir eğitimi hedefler. Bugün dünyada binin üzerinde Waldorf okulu olduğu söyleniyor. Ancak son yıllarda Almanya'da Steiner öğretisi ve Waldorf okulları karşıtı televizyon ve kitap yayınları da dikkati çekmeye başladı. Daha çok zengin çocuklarının devam ettiği okulların şeffaf olmadığı, öğretmenlerinin çekim sırasında nedense konuşmaktan kaçındığı bu yayınlarda görülüyor. Karşıtların özellikle üzerinde durduğu konular, şu günlerde 150. doğum günü kutlanan Rudolf Steiner'in yapmış olduğu antisemit ve ırkçı (siyah karşıtı) açıklamalar. Antroposofi hareketinin Nazilere olumlu bakan üst düzey yöneticileri ile savaş sonrasında harekete katılan eski Nazilerin isimlerini yazar Peter Staudenmaier de belgelerle kamuoyuna sundu. Almanya Yahudileri Merkez Konseyi ile İsviçre Yahudileri de Waldorf okullarındaki antisemit gelişmelerden haberdar olduklarını açıkladılar. Michael Grandt "Kara Kitap" adlı eserinde Steiner'i bir okkültist olarak tanımlıyor...
 
Akşamüstü Dornach'taki tepeden tren istasyonuna indiğinizde kendinizi yine alıştığınız dünyada hissediyorsunuz.
 
www.ahmet-arpad.de

17 Nisan 2011

Yalta'daki 'füze rampası'

Cumhuriyet 17.04.2011
STUTTGART
AHMET ARPAD


Tiflis'te bir bakanlık, Petersburg'da bir enstitü, Leningrad'da liman yapıları, Estonya'da bir sinema, Kazakistan'da bir düğün salonu, Moldavya'da bir sirk... Bunlar eski Sovyetler Birliği'nde değişik mimarların 20. yüzyılda değişik yörelerde gerçekleştirmiş olduğu gizemli dev yapılardan sadece birkaçı. Tiyatrolar, üniversiteler, oteller, tören salonları, dinlenme kampları, sinemalar, anıtlar... Tümü de alışılmamış boyut ve stilde. Onları sanki başka bir dünyadan gelmiş insanlar Sovyet topraklarına kondurmuş. Litvanya'da, Estonya'da, Ukranya'da, Kazakistan'da, Moskova'da, Ermenistan'da, Yalta'da, Tataristan'da, Beyaz Rusya'da karşınıza çıkıyorlar. Çoğu inşa edildikleri yörelerde aşırı boyutları ve mimari stilleriyle çevrelerine hiç uymuyor. İçlerinde günümüzde artık kullanılmayanları, çürümeye bırakılmışları da var. Onlar aşırılığa kaçan bir Sovyet gerçeği. 1985'te Küba'da inşa edilen Sovyetler Birliği Büyükelçiliği binası yere saplanmış dev bir kılıcı andırıyor! Sanki karşı kıyıdaki "ezeli düşman"ı kışkırtmak istermiş gibi...

Gazeteci Frédéric Chaubin 2003 yılından sonra Rusya'nın batısından doğusuna, en uzak köşelerine yaptığı sayısız yolculukta eski Sovyetler Birliği'nin değişik cumhuriyetlerinde 1970'li yıllardan sonra inşa edilmiş çok değişik, alışılmışın dışında devasa yapılarla karşılaşır. Fütürist bir science-fiction diyebileceğimiz bu yapılar görene geleceğin dünyasını anımsatıyor. Fransız fotoğrafçı ve gazeteci Chaubin'in tam 80 adet büyük boy, çoğu siyah-beyaz fotoğrafında görülen yapıların tümü de anıtsal eser. Karlsruhe'deki sanat müzesinde sergilenen bu fotoğraflarda, yöresel yapı geleneğinden Amerikan yapı stili ile rekabete kadar uzanan bir çizgide inşa edilmiş çok değişik mimari karakterler görülüyor. Hele 1980'li yılların yapılarındaki modern ve avangard stil Sovyetler Birliği'nin sonunun yaklaştığının habercisi gibi. Sanki mimarlar giderayak dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen, yabancı meslektaşlarının değil gerçekleştirmek, akıllarına bile getiremeyeceği stilde bu dev yapıları ülkenin dört bir köşesine kondurmuş.

İçlerinde biri var ki, Yalta'da, Karadeniz'e tepeden bakan bir "dinlenme yurdu" şaşılacak boyutlarda. Öyle ki, betondan üç dev temel direğe oturtulan yapı 1985 yılında inşa edilirken Türk ve Amerikan gizli servisleri Sovyetler'in Karadeniz kıyısına dev bir füze rampası kondurduğunu sanmışlar. Direklerin üzerinde, arı kovanlarını çok andıran

büyük bir konaklama alanı var. Altında da, havada duruyormuş izlenimi veren, içi deniz suyu dolu dev bir yüzme havuzu...Sergiden çıkarken Fransız gazeteci Frédéric Chaubin'in bu olağanüstü emeğine hayran kalıyorsunuz. Fotoğrafları ile bilmediğimiz bir Sovyet gerçeğini belgelemiş, dünyada bir benzeri olmayan bu yapıları unutulmaktan kurtarmış olduğu için de ona candan teşekkür ediyorsunuz.

www.ahmet-arpad.de

13 Mart 2011

Viyanalı hafif alaycıdır, yaratıcıdır da...

Cumhuriyet 13.03.2011
VİYANA
AHMET ARPAD
 
Kahve alışkanlığı Sultan Süleyman'ın askerlerinin çekilirken geride bıraktığı çuvallar dolusu kahveyle başlayan Orta Avrupalı bu alışkanlıktan kendini 300 küsur yıldır kurtaramamıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ünlü kentleri Viyana, Budapeşte ve Prag'da ardı ardına kahvehaneler açılır. Bu kentlerin keyfine ve rahatına düşkün insanları oralarda saatlerini geçirir. Budapeşte'de Gerbaud, Central, New York yüzlerce yıldır kente damgasını vurmaya devam ediyor. Moldau kenti Prag'ın Avrupa düşünce ve edebiyat dünyasını etkilemiş olan Cafe Arco'nu, Cafe Louvre'u, Cafe Slavia'sı günümüzde hâlâ açık. Kapılarından içeri girdiniz mi gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arıyor.
 
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun eski başkenti Viyana ise kahvehane geleneğini günümüzde diğer iki kentten daha titiz sürdürüyor. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alıyor. Schnitzler, Werfel, Freud, Zweig'ın saatler geçirdiği tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında günümüzde iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılıyor, kitap okunuyor, mektup yazılıyor. Sacher, Central ve Dehmel daha çok turistlerin tanıdığı ve uğramadan Viyana'dan ayrılmadığı kafeler. Bir de Braeunerhof, Korb, Sperl, Prückl var ki, oralarda sadece Viyanalı görürsünüz. Burg Tiyatrosu'nun ünlü aktörlerine rastlamak istiyorsanız mutlaka tiyatronun az ötesindeki Café Landtmann'a uğrayın. Herren Sokağı'nın sonundaki Cafè Griensteidl'e Schnitzler, Hugo von Hofmannstahl, Hermann Bahr devamlı müşteri olmuştur. Az ötedeki Café Braeunerhof'da Thomas Bernhard gazetelerini okumuş, birileri ile tartışmış, Elfriede Jelinek Stephan Katedrali'nin yakınındaki Cafè Korb'dan uzun yıllar çıkmamış. Daracık Dortheer Sokağı'ndaki Café Hawelka 1950'den bu yana kent merkezinin çok sevilen bir edebiyatçılar, ressamlar ve gençler kahvehanesi. Ernst Fuchs, ressam Hundertwasser, aktör Qualtinger, Oskar Werner, Elias Canetti, Andy Warhol, Henry ve Arthur Miller sürekli müşterileri olmuş. Şu sıralar tarihi masalarını daha çok aydın gençler dolduruyor. Sahibi Leopold Hawelka nisan ayında 100 yaşına basacak. Her gün köşesinde oturuyor, oğlu servis yaparken o müşterileriyle sohbet ediyor.

Yüz yıllar boyu bir dünya imparatorluğunun başkenti olmuş Viyana kozmopolitliğini hiç yitirmemiştir. Viyanalı hafif alaycıdır, her şeyi hemen ciddiye almaz, Viyanalı yaratıcıdır da. Almanya'da çocuklar matematik sınavında iyi not alırlarsa bir "aferin"i hak ederler. Viyana'da ise ana babalar çocuklarını eve müzikten iyi not getirdiğinde över. Viyanalı bürokratik bir monarşide ayakta kalabilmek için yüzyıllar boyu kendine hep çıkaryollar aramış, yaşamında çoğu kez kaçamağı yeğlemiştir. Her Viyanalı'nın ailesinde mutlaka bir Macar, bir Polonyalı, bir Çek, bir Yahudi vardır. Eski Viyana'da varlıklı aileler evlerinde Bohemyalı hizmetçi kızlar, Macar kadın aşçılar ve Çek çocuk bakıcıları çalıştırırdı. İmparatorluğun askerleri ve memurları birkaç yıllığına gönderildikleri uzak eyaletlerden Slavca, İtalyanca, Macarca öğrenmiş, oralı kızlarla evlenmiş dönerdi. Viyana mutfağı da hep Bohemya, Macar, İtalyan, Bavyera mutfaklarının etkisinde kalmıştır. İmparatorluğun dört bir köşesinden gelenler yüz yıllar boyu başkent Viyana'nın hoşgörülü ortamında uyum içinde kendilerini geliştirmişlerdir. Gluck Bohemya'dan, Haydn Macaristan'dan, Beethoven Ren bölgesinden, Mozart Salzburg'dan, Brahms Hamburg'dan gelip, burada ünlerine kavuşmuşlardır. Hugo von Hofmannsthal Yahudi, İtalyan ve Viyanalıdır. Viyana'da gündüzleri kocaman parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız. Akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Otelinize dönmeden önce loş sokaklarında gezindiğiniz kentin kahvehaneleri, lokantaları, şaraphaneleri geç saatlere kadar açıktır. Fazla düşünmeyin, girin birinden içeri. Masalarda konuşan, gülen, şarabını yudumlayan, gazetesini okuyan insanlar. Oturun yanlarına, ısmarlayın kendinize bir kadeh kırmızı şarap. İyi gelir uykuya...

13 Şubat 2011

'Bize yeni bir yemek kültürü gerekli'

Cumhuriyet 13.02.2011

STUTTGART
AHMET ARPAD

Genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği, sokakta, trende, otobüste, tramvayda, metroda bir şeyler yiyip, içiyor. Her yer herkese bir lokanta! Almanya'da kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri için evindeki masa yerine sokakları, toplu taşıma araçlarını yeğleyenlerin son yıllarda gittikçe arttığı dikkat çekici. Tramvayda, otobüste otururken arkadaki yolcunun yüksek sesle cep telefonuyla konuşması, yanınızdakinin elindeki karton bardaktan kahvesini içmesi, arkanızdakinin iştahla sosisli veya salamlı sandviçini yemesi artık çok alışılmış! Eğer rahatsız oluyorsanız ya ineceksiniz ya da yerinizden kalkıp kendinize başka bir yer arayacaksınız. Rahatsız olduğunuzu yolcuya söylemek hakkınız yok!

Gittikçe daha çok insanın artık "uluorta" yiyip içmesi tabii başka sorunları da beraberinde getirdi. Kentlerde lokantalar azalırken kıyıntı büfelerinin sayısı arttı. Kapanan bir Alman lokantasının yerine bir başka Alman lokantası açılmıyor. Hangi kente giderseniz gidin yöresel Alman yemeklerinin tadına varmak için çok aranmanız gerekiyor. Kapanan "Hirsch", "Löwe", "Adler"in yerine "La Piazza", "Shangai", "La Ferté", "Topkapı" açılıyor. Ancak yabancı mutfağından spesiyaliteler sunan bu yerler de ne yazık ki işi pek çeviremedikleri için olacak, tutunamıyor, kısa süre sonra kapanıyor. Yerine bir başka yabancı lokanta açıyor.
 
Ülkede yemek alışkanlıkları nesiller değiştikçe gerilerken Alman mutfağı da özelliğini yitiriyor. İnsanlar gündüzleri sağdan soldan aldığı abur cuburla ayaküstü karın doyuruyor. Akşam eve giderken de köşedeki süpermarketten temin ettiği "dondurulmuş hazır yemeği" fırında çabucak ısıtıp, televizyon karşısında yiyor. Bilgisayar ve cep telefonlarının gittikçe hızlandırdığı günlük yaşam, geleceğe güvenin yitirilmesi, zar zor bulduğu mesleği yitirip işsiz kalma korkusu, genç nesil insanının yaşamını değiştirmekte. On sekiz yaş üzerinde 17 milyon insanın tek başına yaşadığı ülkede günlük yaşamda yemeğin artık pek önemi kalmadı. Günde üç öğün yemek için alışverişe gitmeye, mutfağa girip pişirmeye, masa başına oturup yemeye ve bulaşık yıkamaya her gün en az iki saat ayırmak, hızlı yaşamak zorundakiler için artık olanak dışı! Nestlè şirketinin Almanya'da insanların gıdalanması üzerine yaptırttığı bilimsel araştırmanın açıklanan sonuçları ürkütücü. Her yaş grubundan toplam on bin kişiyle görüşülmüş. 14-29 yaş arasındakiler çoğunlukla fast-food'la besleniyor. Araştırmaya katılanların yüzde otuzu sadece hafta sonunda ocağın başına geçip, yemek pişirdiğini açıklamış. Çoğunluk için önemli olan lokantaya gittiğinde ucuz ve büyük porsiyonlarla karnını doyurabilmesi. Nestlè'nin araştırmacılarına göre, yemek pişirirken kullanılan malzemelerin sağlıklı olup olmadığı, hele gençler için, pek o kadar önemli değil. Yanlış gıdalanan toplumun yüzde 50'si çok şişman, 7-12 yaş arasındaki çocukların yüzde 20'si hastalık derecesinde fazla kilolu.

Hemen hemen her akşam, herhangi bir televizyon kanalında ünlü bir aşçı yanına aldığı bir ünlüyle "yemek pişiriyor"! Güle konuşa, çok keyifle güzel görünümlü bir şeyler pişiriyorlar. Fakat program bittikten sonra ne pişirmiş oldukları ve ne de tarifi, izleyicinin pek aklında kalmıyor. O sadece bu şovla televizyon karşısında güzel zaman geçirmiş oluyor. Yeni evlenen veya daha büyük bir eve taşınan çiftler mutfak dekorasyonuna çok önem veriyor. Kısa süre sonra içinde pek yemek pişirilmeyen şık ve gösterişli mutfaklara ailelerin yaptığı ortalama harcama 10 bin Avro! Araştırmayı yapanlar: "Gıdalanma toplumun aynasıdır" diyor. "Alman toplumuna yeni bir yemek kültürü gerekli". Araştırmanın hemen ardından Almanya Kanser Araştırma Enstitüsü de bir açıklama yaptı. Ülkede her yıl kanserden yaşamını yitirenlerin sayısı 220 bin. Özellikle kalınbağırsak, prostat ve mide kanserlerinin nedeni yanlış gıdalanma...
 
www.ahmet-arpad.de

30 Ocak 2011

Cinsel taciz toplumsal bir tabu mu?

Cumhuriyet 30.01.2011
STUTTGART
AHMET ARPAD


Oturduğumuz eve yakın küçük Protestan kilisesinin adı "Orman Kilisesi", karşısı ormanlık olduğu için bu adı vermişler sanırım. Kilisenin papazı geçen yılın sonunda emekli oldu. Şimdi boş zamanı çok. Birkaç gün önce rastladım. Yanında köpeği ormanda gezmeye gidiyormuş. Ayaküstü sohbet sırasında: "Tam son aylarda işler artmıştı, emekliliğim geldi" dedi. "Fena mı?" diye sordum. Gülümsemekle yetindi. "Niçin işler artmıştı?" diye sormadan edemedim. Gülümsemesini sürdürdü. Sonra, "Geçen yıl çok kişi mezhep değiştirdi de..." diye mırıldandı ve tasmasını çekiştiren köpeğinin peşinden karlar içindeki orman yollarına daldı.

Merak edip araştırdım. Gerçekten de 2010 yılında Almanya'da her yaştan 250 bin insan Katolik mezhebinden ayrılmış. Bu arada Protestan Kilisesi'ne kaydolanların sayısı da eski yıllara oranla ikiye katlanmış. En büyük neden de geçen yıl şu günlerde Katolik Kilisesi'nde ortaya çıkan çocuk tacizleri olayı...

Katolikler dünyanın en büyük dini örgütü. Papa 16. Benedikt de dünyamızın en zengin "şirketlerinden" birinin şefi! Vatikan elindeki altın rezervleriyle Birleşik Amerika'dan sonra ikinci sırada geliyor; hisse senedi varlığının da 100 milyar doların üzerinde olduğu söyleniyor.

Katolik Kilisesi'nde ruhban sınıfı evlenmez. Papazlar bekâr kalmak zorundadırlar. Değil evlenmek, cinsel temasta bile bulunamazlar. Papaz okullarındaki çocuk tacizlerinin geçmişi yüzlerce yıl geriye gider.

Vatikan bu sorunu hep sessizce kendi içinde çözmeyi tercih ederdi. Amerika ve Fransa'da 80'li yıllarda birçok taciz olayı patlak verdi. Fakat asıl bomba iki yıl önce İrlanda'da patladı, Katolik rahiplerin çocuklara yaptığı cinsel tacizlerin sistematik olarak gizlendiği ortaya çıktı. Sadece bu ülkede 15 bin çocuğun cinsel tacize uğradığı tahmin ediliyor.

Tüm Avrupa'da taciz olaylarının on binlerce olduğu söyleniyor. Papa 16. Benedikt'in anavatanı Almanya da skandallara sahne olan başka bir Avrupa ülkesi. Yüreklilik gösterip de sadece Almanya'da mahkemeye başvuranların sayısı bu arada iki yüzü geçti. Ancak adı tacizlere karışan çoğu rahip ya artık hayatta değil ya da çok yaşlanmış. Sonunda Vatikan'ın bu büyük skandalı örtbas etmesi artık mümkün olmadı. Papa özür dilemek zorunda kaldı. Peki, gelecekte ne olacak? Katolik Kilisesi'nde artık yeni bir dönem başlayacak mı?

Rahiplerin evlenmesini yasaklayan Katolik Kilisesi bundan vazgeçecek mi? Kiliseler evrenselleşecek mi, ekümenlik getirilip Katoliklerle Protestanlar aynı masaya oturacak mı? Taciz skandallarında şimdiye kadar daha çok Avrupa ülkelerinin adı geçiyor. Fakat Vatikan'ın

kolları dünyanın dört bir ucuna yayılmış. Oralarda neler olup bitiyor?Bir bilene sordum. "Kenya'da, Filipinler'de yaygın" dedi. Kafalara takılan ve yanıtları verilemeyen birçok soru var.

Bu arada akla başka şeyler de geliyor! Acaba bizim tarikat yurtlarında, cemaat kamplarında da benzeri şeyler oluyor mu? Arada sırada medyamızda bir şeyler duyuluyor da...

Fakat doğru dürüst açığa çıkan tek olay yok. Kim bilir kaçı hasıraltı ediliyor? Ne de olsa cinsel taciz toplumsal bir tabu. Çocukları birer mağdur olarak gören ve koruyan bir hukuksal zihniyet de pek yok...

www.ahmet-arpad.de

2 Ocak 2011

Hitler'in kentinde oyuncak müzesi

Cumhuriyet 02.01.2011
NÜRNBERG
AHMET ARPAD
 
Çok ilginç bir kent Nürnberg, görmeye değer. Ortaçağdan kalma duvarları, sayısız kuleleri, kiliseleri, tarihi sokaklarıyla her yıl milyonlarca turisti çekiyor. Nürnberg'de mutlaka görülmesi gereken çok şey var. Demiryolları müzesi, Nazi parti kongrelerinin yapıldığı dev binalar, alanlar, savaş sonrası Hitler yandaşlarının yargılandığı mahkeme salonu ve dünyanın en büyük oyuncak müzesi...
 
Nasyonal sosyalistlerin Almanya'da ilk adımlarını attığı 1920'li yıllarda Münih'in yanı sıra kuzeyindeki Nürnberg de önemli bir "buluşma" kentidir. Aşırı sağcılar burada "Almanların Günü"nü kutlarken Hitler'in NSDAP'si de önemli parti toplantılarını Nürnberg'de düzenler. Ülke yönetimini 1933'te ele geçirmelerinin ardından bütün büyük parti kongreleri de burada yapılır. Bir hafta süren toplantılara tüm Almanya'dan bir milyon insan katılır! Hitler, hemen arkasında yandaşları, sağ kolu havada büyük tribünden dev alandaki sonu gelmeyen geçit törenlerini izler... 1935 yılında bu kentte onayladıkları "Nürnberg yasaları" ile Yahudi soykırımı yolunda en önemli adımı atarlar.
 
Almanya'da ilk tren yolculuğu bundan 175 yıl önce Nürnberg ile Fürth kenti arasında yapılır. 7 Aralık 1835 Alman demiryollarının kuruluş yılı olarak kabul edilir. Nürnberg'e gelip de ülkenin en büyük tren müzesini görmeden dönmek olmaz. İlk tren seferini yapmış olan "Adler", 1853 yapımı buharlı "Nordgau", yaşamı bir peri masalını andıran yakışıklı II. Ludwig'in özel treninden vagonlar, şansölye Otto von Bismarck'ın kompartımanı, 1890 yapımı buharlı "Phoenix" müzedeki en değerli ve eski araçlar. Müzeye son yıllarda eklenen bir bölümde devlet demiryollarının Naziler döneminde oynadığı trajik rol de sergileniyor. Nasyonal sosyalistler sadece Alman kentlerinden değil, Yunanistan'dan Norveç'e, Fransa'dan Macaristan'a, işgal ettikleri bütün ülkelerden yüz binlerce insanı "safkan" Alman olmadıkları için trenlere bindirip gaz odalarına taşımışlardı. Savaşın kızıştığı yıllarda bile durmamıştı "ölüm trenleri". Doğu Avrupa'ya uzanan hatlar, asker ve silah trenleri ile dolu olduğu zaman ölüme götürülen insanları tıkıştırdıkları vagonları normal yolcu trenlerinin arkasına takmışlardı. Şimdi Almanlar Nürnberg'deki müzede tarihlerinin bu kara dönemini de sergiliyorlar.
 
Tren müzesinin az ötesinde bir başka tarihi yapı var. Nazi suçlularının 1945/1946 yıllarında yargılandığı mahkeme salonu burada. Göring, Ribbentrop, Speer, Dönitz, Keitel, Streicher, Kaltenbrunner'in de aralarında olduğu Nazi kodamanlarından on ikisi insanlığa karşı suç işlemiş oldukları gerekçesiyle Nürnberg Duruşmaları sonunda idama mahkûm edilmiştir. Nürnberg'de güzel şeyler de var. Örneğin, dünyanın en büyük oyuncak müzelerinden biri burada. Kent merkezindeki tarihi binanın katlarına yayılmış kocaman salonlarda 1971 yılından günümüze, en eskisi iki yüz yıllık tam 3bin 500 tarihi oyuncak sergileniyor. Binanın depolarındaki sandıklarda duran 65 bin oyuncak da günün birinde vitrinlerde yer almayı bekliyor. Alman oyuncak sanayisinin merkezi olan Nürnberg'de her yıl şubat ayında beş gün süren bir "Oyuncak Fuarı" açılıyor. Dünyanın bu en büyük oyuncak fuarına sayısız ülkeden üç bine yakın yapımcı katılıyor, çoğu yetişkin 80 bin oyuncak meraklısı da fuarın salonlarını dolduruyor...
 
www.ahmet-arpad.de