5 Aralık 2010

Hitler hazıra konmuştu

Cumhuriyet 05.12.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Berlin Tarih Müzesi'ndeki "Hitler ve Almanlar" adlı sergiyi iki ay içinde 150 bin meraklı izledi. Daha açıldığı gün girişteki upuzun kuyruklar, salonların kalabalıklığı sergiyi düzenleyenleri çok şaşırtmıştı. Yayımlanan kalın katalog da çok değerli bilgi ve ilginç fotoğraflar içeriyor. İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden bugüne 65 yıl geçmesine karşın Hitler ve yandaşları gündemden inmiyor. Avrupa'da 40 milyon insanın ölümüne neden olan savaş niçin Almanya'dan çıkmıştı, Hitler ve Nasyonal Sosyalistler niçin bu ülkede kısa sürede kabul görmüştü, Alman halkı 1933 ile 1945 arasında yapılanlara niçin ses çıkarmamıştı? İşte şu sıralar Berlin'de on binlerin akın ettiği sergi bu sorulara yanıt bulmak isteyen ilk büyük girişim. Bu sergiyle hemen hemen aynı günlerde Alman Dışişleri Bakanlığı'nın yayımladığı 900 sayfalık bir inceleme kitabı da ülkede taşları yerinden oynattı. Naziler döneminde Dışişleri Bakanlığı'nın, özellikle Yahudi soykırımındaki çalışmalarıyla Hitler'in en büyük destekçilerinden biri olduğu, Adenauer'den bu yana başa geçen her hükümet tarafından bir sır gibi ta 2005 yılına kadar gizlenmiş! Bundan beş yıl önce emekli bir bakanlık memuru tarafından dikkati çekilen dönemin Dışişleri Bakanı Fischer'in isteği üzerine başlatılan zor çalışmalar sonunda halktan saklanan gerçekler kısa süre önce yayımlanan bu kitapla su yüzüne çıktı.

Almanya'nın geçmişini sorgulayanlar hep sorar, Hitler niçin vatanı Avusturya'da değil de, Almanya'da başarıya ulaşmıştı? Yitirilen Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle, 1920'li yıllarda Almanlar aç ve işsiz gezerken Yahudi tüccarların karaborsadan servetlerine servet kattıklarına inananlar artar. Tüzüğünde "Yahudi tehlikesiyle savaşmak" yazan "Alman Halkını Koruma Birliği"nin üye sayısı iki yıl içinde beş binden yüz seksen bine fırlar! İşte tam da o günlerde Hitler, Alman topraklarına ayak basar. Kafasından geçenler için ortam çok uygun, toplum hazırdır. Nasyonal Sosyalist ideolojiyi insanlara kabullendirmek için bundan daha iyi bir fırsat bulunmaz. Hitler, 1 Eylül 1923'te General Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. 9 Kasım 1923'te Münih'te darbe girişiminde bulunur. Ancak girişimi başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. Hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye soktukları için Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'ne çıkarılmaları gerekmektedir. Bu suçun da cezası idamdır. Ancak Bavyera eyaletinin Adalet Bakanı Franz Gürtner, yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Nasyonal Sosyalist ideolojiye yakın olduğu bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı 5 yıl hapis olur. Yakındaki Landsberg Cezaevi'nde kendisine özel bir hücre verilen Hitler, burada "Kavgam" adlı kitabının ilk cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır.

Çıkar çıkmaz aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi yeniden kurar. Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır..." Adolf Hitler 1933'te seçimle başa geçer. Almanya artık Führer'ine kavuşmuştur! Sosyalistler ve komünistler toplama kamplarına atılırken, Yahudiler dışlanıp yurtlarından edilirken, sinagoglar yakılırken çoğunluk susar. Kitaplar ateşe atılırken üniversitelerde profesör ve öğrenciler alkış tutar. Edebiyatçılar, bilim insanları sadece Yahudi oldukları için ülkeden kovulurken halk sesini çıkarmaz. Hitler ve şürekâsı Avusturya'ya el koyarken, Polonya'ya saldırırken, tüm Avrupa'ya kafa tutarken ve 6 milyon Yahudiyi gaz odalarında öldürürken Alman toplumunun kılı bile kıpırdamaz. Hiçbir şey tepeden inme olmamıştır, o günlere otuz-kırk yılda gelinmiştir. Alıştıra alıştıra. Adolf Hitler hazıra konmuştur! Çünkü o dönemde Almanya'da birilerine bir "Hitler" gerekliydi.

www.ahmet-arpad.de

21 Kasım 2010

Üç günde üç İsviçre

Cumhuriyet 21.11.2010

ZÜRİH
AHMET ARPAD
 
Salına salına yürüyorlar siyah giysili kadınlar. Kocaman göbekli, kara sakallı erkekleri iki adım önde. Arap ülkelerinden gelmiş turistler dolduruyor Cenevre'yi. Parası olanın güzel yaşadığı kentin geniş caddelerinde, camları ışıl ışıl vitrinler kolye, küpe, yüzük, kol saati dolu dükkânlarında, şık lokanta ve café'lerinde, odaları kocaman göl manzaralı otellerinde kırk milletten insan çıkıyor karşınıza.
250 enternasyonal kuruluşa ev sahibeliği yapan Cenevre'de yaşayanların üçte biri yabancı. Fransız İsviçresi'nin bir başka seçkinler kenti de yine Cenevre Gölü kıyısındaki Lozan. Göle dik inen yamaçlar ağaçlar, bahçeler ve üzüm bağları ile kaplı. Bu yeşilin arasına villalar, konaklar, tarihi kiliseler serpiştirilmiş.
 
Yerleşim daha çok yukarıda. Dar sokaklarla, dik merdivenlerle inilen kıyı ise en varlıklılara ayrılmış gibi. Tarihi ağaçlarla dolu, çim kaplı koskocaman parklar, devasa villalar. Avrupa otellerinin majestesi, salonlarında 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması'nın imzalandığı Beau Rivage Palace tepeden göle ve Alpler'e bakıyor. Az ötede, göl kıyısında, içinde başka bir lüks oteli barındıran d'Ouchy Şatosu. Dalları sulara değen ağaçlar altında uzun gezintiler yapılan geniş kıyı yolundan yükselen görkemli yapı Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin merkezi. Ünlü Bejart Balesi ile dünyanın en büyük film arşivi de Lozan'da.
 
Yarım saat ötede Montrö... Burada da villalar, köşkler, parklar. Rahatını seven çok zenginlerin yaşadığı bir kent. Charlie Chaplin de ömrünün son 25 yılını Montrö yakınlarındaki Vevey'de geçirmişti. Ailesinin kısa süre önce terk ettiği güzel yapı şu sıralar 42 milyon Avro'luk bir yatırımla baştan aşağı iyice bir elden geçiyor.
 
2012 yılında "Chaplins World – Modern Times Museum" adı altında halka açılacak. Cenevre Gölü'nü çevreleyen kent ve kasabaların cadde ve sokaklarını, bu cennet yöredeki villalarda keyifli bir yaşam sürdüren, çoğu yabancı kalburüstü insanla alışverişe ya da tatile gelmiş, cüzdanları kredi kartı dolu turistler dolduruyor. Geçin oradan İtalyan İsviçresi'ne. Tessin bölgesindeki Maggiore Gölü kıyısında Locarno ve Ascona yumuşak havasıyla Avrupa'nın zenginlerini ve ünlülerini çekiyor. Kıyı lokantalarından birinde keyifli bir öğle yemeğinden sonra yeşil dağlar arasından kıvrılan trenle az ötedeki tarihi Bellinzona'ya geçin. Kaleleri, burçları, savunma duvarları, gözetleme kuleleri, dar sokakları ve tümü elden geçmiş tarihi binalarıyla ortaçağdan kalma bir kent olan Bellinzona, UNESCO dünya mirası listesine alınmış. Sokak pazarlarında satılan şarapların, salamların, füme etlerin ve yüzlerce çeşit peynirin tadına bakın. Sonra tünellerle, tepeye ulaşan yollarla aşın Alpler'i, girin Alman İsviçresi'ne. Zürih Gölü'nün kıyılarında villa alıp yaşamak her babayiğidin kârı değil! Hava kararırken gölün yamaçlarından karşıları seyrederken kendinizi bir an için suları ışıl ışıl parıldayan Boğaziçi'nde hissedin. Gidin akşama "Yarasa" operetine, düşleyin Viyana'yı.
 
Sabah ünlü istasyon caddesinde şöyle bir volta atın. Vitrinlerdeki otomobil fiyatına satılan saatlere yutkunarak bakın. Zürih'den ayrılmadan doldurun çantanızı, "yeme de yanında yat" leziz çikolatalarla! Uzanın sonra Ren kıyısındaki Basel'e.
 
Alman topraklarına adımınızı atmadan Beyeler müzesindeki Klimt'li, Schiele'li, kahvehaneli, operetli "Viyana 1900" sergisini sakın kaçırmayın...
 
Üç günde İsviçre'nin Fransası'nı, İtalyası'nı, Almanyası'nı görünce düşünmeden edemiyor kişi: Bu ülke AB'nin ortasında niçin bir ada? Sorduğumuz tanışlar: Girip de ne yapacağız, böylesi çok daha iyi, çünkü başımız dinç, diyor!
 
www.ahmet-arpad.de

24 Ekim 2010

Memlekete para yollayanlar

Cumhuriyet 24.10.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Vincent uzun boylu, gençten, yakışıklı bir Afrikalı. Başındaki kasketi ters giymiş. Elinde cüzdanı sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Sağına soluna bakınıyor, hafiften bir ıslık çalıyor. Sırada ondan önce iki kişi daha var. Önündeki çekik gözlü Asyalı biraz huzursuz gibi. Yerinde pek duramıyor. En öndeki orta yaşlı, sarışın kadın elindeki Avro'ları gişede oturan memura uzatıyor. Ona bir şeyler söylüyor. Çok hızlı konuşuyor. Yaptığı işi pek sevmediği yüzünden belli olan canı sıkkın memurun uzattığı formları imzalıyor. Yine bir şey söylüyor, fakat yanıt alamıyor. Asyalı, daha ne kadar bekleyeceğim, der gibi başını şöyle bir ileri uzatıyor. Sonra arkasına dönüyor. Sıra uzamış. Uzun boylu, Afrikalı bakışlarını tavana dikmiş ıslığa devam ediyor. İkinci gişe nedense bugün açık değil. Stuttgart'ın göbeğindeki bu küçük büro bütün dünyaya para transferi yapan bir kuruluş. Müşterileri kentte yaşayan yabancılar, daha doğrusu üçüncü dünya ülkelerinden buraya gelmiş, kıt kanaat geçinmelerine karşın yine de her ay birkaç yüz Avro'yu ne yapıp yapıp, "memlekette" para bekleyen fakirin fakiri ailelerine göndermek zorunda olan insanlar. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre günümüzde tam 70 milyon azgelişmiş ülke insanı endüstri ülkelerinde çalışmakta. Dünya Bankası, bu insanların 2009 yılında vatanlarına havale ettiği tutarı 320 milyar dolar olarak açıklıyor. Yurtdışında çalışanların en çok para yolladığı iki ülke, ellişer milyar dolar ile Hindistan ve Çin. Geçen yıl yurtdışından Polonya'ya on bir, Romanya'ya dokuz milyar dolar girmiş. Azgelişmiş birçok ülke bu kişisel transferler olmasa çoktan iflas ederdi! 
 
Sıranın kendisine gelmesini sabırla bekleyen Vincent o gün Kongo'daki ailesine 150 dolar yollayacak. Stuttgart'taki Robert Bosch fabrikasında ayda eline geçen 1800 Avro'nun ortalama yüzde onu memlekete gidiyor. Bu para annesiyle babasının bütün aylık geçimine yetiyor. Endüstri ülkelerinde çalışanları vatandaki yakınlarının "emekli maaşı" olarak kabul etmek gerekiyor! Vincent buraya üç yıldır geliyor. "Çoğu insan dişinden tırnağından arttırarak evine para yolluyor," diye anlatıyor. "İki yüz Avro'dan fazla yollayan pek yoktur. Şu sırada duranlar hep düşük gelirli insanlar. Almanya'daki bir işsizin anasına yolladığı 50 Avro kadının bir ay karnını doyurur!" diyor. Vincent, geçenlerde burada Kenyalı bir genç kızla tanıştığını söylüyor. Zengin bir ailenin çocuklarına bakan kız eline geçen üç yüz Avro'nun yüzünü her ay anasıyla babasına yolluyormuş. 
 
Ana babalara, yakın akrabalara her ay yollanan paralar geçinmeleri, kiraları, büyük alışverişleri, düğünleri, cenazeleri, borçları için… Endüstri ülkelerinde gece gündüz çalışan, en zor ve dayanılmaz işleri yapanların yolladığı bu paralar olmasa birçok azgelişmiş ülke ekonomisi ayakta duramaz. Dünya Bankası'nın verilerine göre Tacikistan'ın gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde ellisini ve Moldovya'nın yüzde otuz birini yurtdışındaki vatandaşların bu transferleri oluşturuyor. Asyalı işi biter bitmez, hızla dışarı fırlıyor. Vincent cüzdanından çıkardığı iki yeşil Avro'yu kasadaki kıza uzatıyor. "Kongo'ya 180 Avro," diyor... 
 
www.ahmet-arpad.de

3 Ekim 2010

İnsanı umursamayan politikacılar

Cumhuriyet 03.10.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Anıtkabir mimari Emin Onat'ın projesini kabul eden uluslararası jürinin başkanlığını yapan Prof. Paul Bonatz, Hitler'den kaçan Alman profesörlerdendi. Yaşamını 1954 yılına kadar Türkiye'de sürdüren Bonatz, ülkemizde birçok önemli yapı ve projeye imzasını atmış bir ünlüydü. Bu yapıların arasında Ankara Saraçoğlu Mahallesi, Sergievi'nin tiyatro ve opera binasına dönüştürülmesi de vardır. Ayrıca İTÜ Taşkışla Binası'nın değişim ve onarımını da Emin Onat'la ortak gerçekleştirmiştir. Şehir plancısı ve mimarı Bonatz Bina Bilgisi kürsüsünde dersler vermiş, 1946-1954 yılları arasında mimari proje öğretmenliği yapmıştır. Bonatz'ın 1943 yılında Türkiye'ye kaçmasının nedeni Münih tren istasyonu projesini kendi kafasına göre değiştirmek isteyen Hitler'le anlaşmazlığa düşmesiydi.
 
Şu günlerde Bonatz adı Almanya'da yine dillerde. Onun önemli eserlerinden biri olan Stuttgart'ın tarihi tren istasyonu kısmen yıkılmaya başlandı. Binanın "korunması gereken tarihi yapı" olmasını umursamayan ve Alman Devlet Demiryolları ile ortak bir "dev proje"ye imza atmayı amaçlayan sağcı eyalet hükümeti yıkıma başladı bile. Stuttgart'ta projeye karşı çıkan insanlar altı aydır sokaklara dökülüyor. Nüfusu 480 bin olan kentte her hafta 50-60 bin kişi nümayiş yapıyor. Son kamuoyu araştırmalarına göre, kentlilerin yüzde altmış beşi Bonatz'ın istasyonun kısmen yıkılıp işlevini yitirmesine, yeni istasyonun da yeraltına inşa edilmesine ve Stuttgart-Münih yönünde yepyeni bir tren hattı yapılmasına karşı. Şu sıralar tüm Almanya'nın yakın ilgisini çeken tüm nümayişlere karşın politikacılar bildiklerini okumaya devam ediyor. 2020'de gerçekleştiğinde ülkeye 10 milyar Avro'ya patlayacak olan bu proje çok pahalı olduğu gibi, ekonomik de değil. Stuttgart parkında, 300 tarihi çınarı yeraltı istasyonuna yer açmak için yok edecekler. Geçen perşembe günü bu ağaçların kesilmesini çimenlere oturarak engellemek isteyen genç, yaşlı insanları geri tepen binin üzerindeki polisin kaba kuvvet kullanması sonucu 450 kişi yaralandı. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Stuttgartlı Cem Özdemir, "Yönetenler acımasız bir buldozer politikası uyguluyor" diye konuştu. 
 
Kentin altına ve Ulm yönündeki dağlara açılacak toplam 60 kilometrelik tüneller de yöre arazisinin büyük bir bölümü kireçtaşından oluştuğu için suyla karıştığı anda büyük riskler taşımakta. Karaormanlar'da geçen yıl yapılan deneme kazılarında bu sorun yaşandı ve yakındaki bir küçük kentte sayısız bina kaymaya, temel ve duvarları çatlamaya başladı. Budapeşte'den sonra Avrupa'nın ikinci büyük kaplıca kenti olan Stuttgart'ta bu projeyle şifalı yeraltı suları da büyük tehlike altında. Bütün bunlar niçin mi yapılmak isteniyor? AB'nin 215 milyon Avro ile katıldığı projeyle Paris-Budapeşte arasında trenlerin daha hızlı çalışması amaçlanıyor. Ancak 10 milyar Avro'luk Stuttgart-Münih bağlantısıyla iki kent arası sadece 26 dakika kısalacak! Uzun yıllar Devlet Demiryolları'nda önemli görevlerde bulunmuş, şu anda da kuruluşun danışmanı olan bir kişi basına yaptığı açıklamada: "Hızlı tren ICE 1995'te bu hattı 2 saatte alırdı, bugün ise 2 saat 20 dakikada alıyor," dedi. Nedeni çok basit: Tüm Almanya'da rayların ve trenlerin bakımına son on yılda yapılan yatırım hemen hemen sıfır! 
 
Alman Devlet Demiryolları 2010 yılında tam 15 milyar Avro borçlu bir kuruluş! Geçenlerde Frankfurt'tan Stuttgart'a gelen hızlı tren ICE istasyona girmeden az önce iki kilometrelik bir tünelde kalıverdi. Havalandırması da bozulan trende 400 yolcu tam üç saat kurtarılmayı bekledi! Havaların çok sıcak gittiği temmuz ayında tüm Almanya'da elli hızlı trende havalandırmaları çalışmadığı için sayısız yolcu hastanelere kaldırıldı, tren seferleri günlerce altüst oldu. Sonunda da demiryolları 23 bin yolcuya 2.7 milyon tazminat ödemek zorunda kaldı. Bonatz'ın istasyonundaki yıkımla kentin büyük kuruluşlarından Wolff & Müller görevlendirildi. Stuttgartlı ünlü bir sağcı politikacının danışmanı olduğu bu şirket websitesinde açıkladığına göre 1936'da kurulmuş ve 1939'dan sonra "hızlı bir çıkış" yapmış, 1945'e kadar sayısız büyük projeye imzasını atmış. Hitler dönemindeki bu projelerin neler olduğunu yazılı sorduğumuz şirketten haftalardır yanıt yok! Zenginle fakir arasındaki uçurumun her geçen gün derinleştiği Almanya 13.5 trilyon Avro borçlu. Devlet verilerine göre bu borç günbegün 390 milyon Avro artıyor. Beş milyon insan devlet yardımı olmasa aç kalacak! Gırtlağına kadar borçlu Almanya eğitim sorunlarının da altından bir türlü kalkamıyor. Berlin'deki hükümeti şu anda seçmenlerin sadece yüzde 35'i onaylıyor. On milyar Avro'luk demiryolu projesi insanları politikacılardan iyice soğuttu. Bonatz'ın tarihi istasyonunu kanatsız bir kuşa çevirmekte, çok riskli bir projeye olmayan milyarları yatırmakta inat eden, on binlerin günbegün sokaklara dökülmesini sürekli göz ardı eden Stuttgart eyalet hükümeti hızla güven yitirmeye devam ediyor. 
 
www.ahmet-arpad.de

4 Temmuz 2010

Göçmen çocuklarına onlar sahip çıktı

Cumhuriyet, 04.07.2010

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) verilerine göre harcamalarının sadece yüzde 10’unu eğitime ayıran Almanya, Batı ülkeleri arasında sonlarda! Almanya Öğretmenler Birliği dikkati çekiyor: "Ülkeye 16 bin öğretmen daha gerekli... Öğretmen açığı son 30 yılın en doruk noktasında." Almanya’da eğitimsizlik bütün eyaletlere yayılıyor, zenginle yoksul arasındaki mesafe her geçen yıl daha çok büyüyor. Bu olumsuz gelişmelerden en büyük zararı, aralarında bizim insanlarımızın da bulunduğu, fakirleşen sınıfın çocuk ve gençleri görüyor.
 
İşte bu durumdan Alman yasalarındaki boşlukları iyi bilen, çoğu öğrenci, akademisyen, işadamı olan "Hocaefendiciler" yararlandı. Bundan on beş yıl önce bu ülkenin üzerine serpiştirdikleri tohumlar artık yeşerdi. Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kısa sürede kendilerine çektiler, toplumun itelediği bu göçmen çocuklarına sahip çıktılar! Her renkten politikacıyı "zararsız Müslüman" ve "girişken genç işadamları" olduklarına inandırdılar. Böylece emin adımlarla ilerlediler, bugünkü güçlü konumlarına ulaştılar. Tabii onları eleştirenler de olmadı değil. Kimi kentlerdeki belediyelerin ve politikacıların dikkatini çekmeye çalışan Türkler yıllardır boşuna uğraşıyor gibi. Karşı çıkanlara, sanki suçmuş gibi, "Onlar laik Türkler, Atatürkçüler" deyip, özellikle Almanların gözlerini korkuttular. Yetkililere göre bu genç işadamlarının kafasında buradaki Türk çocuklarına iyi bir eğitim vermekten başka düşünceleri yok! "Siz Fethullahçısınız" demeye kalkışanı dava açmakla korkutup sindirdiler. Alman gazeteciler bile yıllardır üzerlerine gitmeye cesaret edemiyor. Bazılarını arada sırada Türkiye gezilerine davet edip yumuşatıyorlar.
 
Hocaefendicilere göre, Almanya çapında açtıkları dershane ve liselere yaptıkları milyonlarca Avro’luk yatırımın kaynağı son 15 yılda kurdukları küçük şirketlermiş! İnanmak zor. Stuttgart Belediyesi yabancılar ve uyum sorumlusunun bir zamanlar gazetelere yaptığı, "Gülen’e yakın olduklarını biliyoruz, yurtdışından destek geldiğini de tahmin ediyoruz, ancak kanıtlayamıyoruz" açıklaması resmi makamların ne kadar aciz olduğunu gösteriyor. İnatla, "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz" diye sorana hep, "Gülen adından rahatsız oluyoruz, çünkü o siyaset yapıyor" yanıtını verdiler.
 
Ancak son bir iki yıldır nasıl olduysa Gülen hareketinin başındakiler ve okulları kuran genç işadamları birden dönüverdiler. "Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz" demeye başladılar; "düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor". Çoğu genç üniversite öğrencisiyle iş hayatına yeni atılmış akademisyenlerin kurduğu küçük dernekler artık görkemli salonlarda görkemli Gülen sempozyumları düzenliyor. On binlerce Avro’yu bu uğurda hiç çekinmeden harcıyorlar. Kendilerine yakın buldukları, desteklerinden emin oldukları Alman din adamlarını, politikacıları ve gazetecileri, gerekirse yurtdışından getirtip, bu toplantılarda konuşturuyorlar. Gülen’i öven sözler havalarda uçuşuyor. Ancak aynı Gülenciler, karşıtlarıyla açık oturumlarda tartışmaktan nedense kaçınıyorlar, yapılan katılma önerilerini hep reddediyorlar! Kısacası, bir bildikleri olmalı ki, şeffaflıktan hâlâ çekiniyorlar. Sürekli diyalogdan söz edenler son aylarda yazılı sorularımızı, "Siz Gülen Hoca hakkında olumsuz yazıyorsunuz" deyip yanıtlamıyorlar.
 
Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı yüzde 80’i buluyor... Filologlar federasyonunun, "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli" demesi hiçbir işe yaramıyor. Çünkü çoğu politikacı ve yerel yöneticinin kafası neler döndüğünü pek almıyor! Tek rahatsız olanlar, kent belediyelerindeki uyum sorumluları. Fakat onların da elinden bir şey gelmiyor. Başbakan Erdoğan’ın, Gülencilerin atılım yaptığı son yıllarda iki kez "Almanya’da Türk liseleri açılsın" isteğinde bulunması acaba bir rastlantı mı? Yeşiller Partisi’nden Berlin eyalet milletvekili Özcan Mutlu, Erdoğan’ın bu ısrarlı çıkışından şüphe duyanlardan. 
"Almanya’da Türk okullarını Gülen tarikatı üyeleri kuruyor, sadece Berlin’de üç okulları var" diyen Mutlu bu isteğe olumsuz bakıyor. Marburg Philipps Üniversitesi’nden Türkolog Profesör Ursula Spuler-Stegemann da Başbakan Erdoğan’ın bu çıkışına ve Gülenci okullara şüpheyle bakanlardan. Yabancıların çoğunlukta olduğu Berlin-Neukölln Belediyesi’nin başkanı Heinz Buschkowsky de, "Erdoğan’ın amacı burada nasyonalist Türkler yaratmak mı" diye soruyor.
 
İşte içinde bulunduğumuz bu aşamada Almanya’daki, yıllardır böylesine yaşamsal konuda sesi pek çıkmayan Türk toplumuna, onu temsil eden kuruluşlarla derneklere ve sivil toplum örgütlerine çok önemli görevler düşüyor...
 
www.ahmet-arpad.de

13 Haziran 2010

Büyüklerin düşler dünyası

Cumhuriyet 13.06.2010

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Bir yılan örneği kıvrılıyor uzun tren. Vagonları kıpkırmızı. Şatoların ve üzüm bağlarının arasından süzülüyor, dağların içindeki tünellere girip çıkıyor, nehir kıyılarından geçiyor, köprüleri aşıyor. Romantik tarihi kentler geride kalıyor. Son istasyona varıyor. Duruyor. Hiç kimse inmiyor. Çünkü bu trenin yolcuları cansız! Plastikten onlar. Burası bambaşka bir dünya, içinden minyatür trenlerin geçtiği büyüklerin "düşler dünyası"... Evler, saraylar, şatolar, kiliseler, hayvan sürüleri, otomobiller, kamyonlar, tramvaylar, ellerinde bavulları istasyonlarda bekleşen yolcular... Karlı yamaçlara tırmanan teleferikler, doruklardan aşağı süzülen kayakçılar... Aralarından geçen yolcu trenleri, yük trenleri, her ülkeden upuzun trenler. Buharlısı, elektriklisi, dizeli sayısız lokomotif, boy boy, renk renk yüzlerce vagon, bin metrenin üzerinde ray ve düzinelerle tren dizisi.
 
Salonda pek kadın yok. Gezinenler orta yaşın üzerinde babalarla küçük oğulları. Almanların bu tür oyuncak trenlere merakı sonsuz. Evinin bir odasını trenlerine ayıramayan çatı arasına ya da bodruma el koyuyor. Küçük lokomotiflerin, uzun vagon dizilerinin, ormanların, dağlarla tepelerin oluşturduğu "düşler dünyası"nda yaşayanlar çocuklar değil yetişkinler, yaşını başını almış insanlar. Küçük memurundan banka müdürüne, lise öğretmeninden başhekime, mühendisten yargıca her meslekten insan minyatür trenlerle kendi dünyasını kuruyor. Çocukluğunda salonda halının üzerine kurduğu birkaç metre ray, bir lokomotif ve iki-üç vagonla o dünyaya bir giren büyüdükçe bu hevesi uğruna hiçbir giderden kaçınmıyor. Alman minyatür tren meraklıları her yıl milyonlarca Avro'yu bu uğurda çekinmeden harcıyor.
 
Avrupa'nın en büyük ve en eski oyuncak trenler yapımcısı Maerklin, Stuttgart'a yarım saat uzaktaki Göppingen'de. 1859'da kurulan, ilk yıllarda oyuncaklarla buharlı minyatür makineler yapan fabrikanın müzesini her ay on binler ziyaret ediyor. 2009 yılında ziyaretçi sayısı iki yüz bini aşmış. 2007 ve 2008 yıllarında kriz geçiren Maerklin geçen yıl kendini toparladı, cirosunu 110 milyon Avro'ya çıkardı. 2010 Nürnberg oyuncak fuarında sunduğu iki yüze yakın yeni modelle tam bir sürpriz yaptı. Tüm lokomotiflerde artık en modern dijital teknik uygulanıyor. Maerklin'in 1935'te sadece 300 adet imal etmiş olduğu ünlü İsviçre lokomotifi "Timsah" günümüzde açık arttırmalarda bir otomobil fiyatına alıcı buluyor. Bundan beş yıl önce Maerklin müzesinden bir gece yarısı çok değerli lokomotiflerle oyuncaklar çalınmıştı. Kuruluş 200 bin Avro ödül koydu. Hırsızlar bir Doğu Avrupa ülkesinde yakayı ele verdi, milyonlar değerindeki oyuncaklar da yine müzeye geri döndü. Babalarla oğullarının 19. yüzyıldan bu yana severek birlikte oynadığı tek oyuncak minyatür trenler. Ve bu böyle kalacağa da benziyor. Boş zamanlarını buharlı ve elektrikli lokomotiflerin çektiği trenlerin dünyasında geçiriyor bu "çocuklar".
 
www.ahmet-arpad.de

12 Haziran 2010

Burhan Arpad'ı Anımsamak

Cumhuriyet, 12.06.2010 
Turgay Olcayto
 
Gerçek değerlerin yerine sahtelerinin konulduğu günümüzde Burhan Arpad adını bilen, onun engin kültüründen haberdar olanların  sayıca azlığını yadırgamıyorum. Giderek içine çekildiğimiz sen-ben kavgası, bireyci ve ben merkezci tutum siyasetten toplumun tüm katmanlarına yayılmışsa  bundan yazar, çizer, aydın kesimlerini ayrı tutabilmenin de olanağı kalmamış demektir. 19 Mayıs 2010 gazeteciliğin hemen her dalında kalem oynatmış usta  yazar ve çevirmen Burhan Arpad'ın 100. doğum günüydü. Adına bir anma düzenlense de, ülkenin her gün değişen iç siyaset ağırlıklı gündemleri arasında  kültür insanlarımıza yazılı ya da görsel basının ilgi göstermemesini de doğal karşılar olduk. Anamal düzeninde medyanın toplumu aydınlatmak ,bilgilendirmek,kültür değerlerini öne çıkarmak gibi bir kaygısı neden olsun ki. Şimdilerde medyanın işlevi  önce bağlı bulundukları sermayeye,sonra da siyasetin güç odaklarına şirin görünmek. Popüler kültürle de toplumu uyutmak. Haklarını yemeyelim. Bu alanda çok başarılılar...  

5 Haziran Dünya Çevre günüydü. Çevre bilincine, çağdaş kentleşmeye değin pek çok yazıya imza koymuş Burhan Arpad'ı böyle bir günde anmanın sırasıdır diye düşündüm. İstanbul'da doğal ve tarihi güzelliklerin, kültür yaşamının giderek yok edildiğini daha 70’li yıllarda fark etmişti Arpad. Gazete yazılarında yetkilileri uyarır, batının kentsel çalışmalarından örnekler verirdi.Ne yazık ki ne yetkililer,ne de çevre bilincine yabancılaştırılmış toplumumuzun bireyleri onun uyarılarına kulak verdi.Ve sonunda çarpık kentleşmenin karmaşasının yaşandığı ,rant paylaşımının egemen olduğu,yeşilin betona kurban edildiği günümüze gelindi. 1986 tarihli “Küçüksuyu “anlattığı bir yazısını şu tümceyle noktalar Arpad : Yeşili ve doğa güzelliğini umursamayan toplumlarda her şeyin başı paradır. “

TRT’de çalıştığım yıllardı. Burhan Arpad'ı tanıma mutluluğunu yaşadım. Bir program için gelmişti. İnsanı rahatlatan gülümseyen bakışları kazınmış belleğime. Alçak gönüllülüğü ve kısa tümcelerle sizi içine çekiveren konuşma biçemi de. Dimitir Dimov'un May yayınlarından  çıkan “Tütün “ kitabını Arpad'ın çevirisinden  okumuştum. O dönemlerde en sevdiğim kitaplarım arasındaydı. Kitabı çıkardım. Gülümsedi ve adıma imzaladı. Tarih 12 / 8/ 1981. Sonraları daha yakından izledim Arpad'ı. Öykülerini,tiyatro yazılarını,tiyatro eleştirilerini  ama ille de onun beğenisinin izlerini taşıyan yazarlardan yaptığı çevirileri okudum keyifle.Çağdaş Alman ve Avusturya yazınını tanıma olanağı buldum.Stefan Zweig'ı da Arpad sayesinde ekledim sevdiğim yazarlar arasına.Selim İlerinin de vurguladığı gibi Türk okuru Stefan Zweig'ı  tanımak açısından Burhan Arpad'a her zaman gönül borcu duyacaktır.

Köşe yazıları, sonraki kuşağın gazetecilerine örnek olarak gösterilebilir. Duru bir türkçeyle, anlatmak istediği konuyu söz kalabalığına boğmaksızın, hemen hep ayrı ölçüde kısa yazabilmek her babayiğitin harcı olmasa gerek.

Toplumcu bir yazardır Arpad. Öykülerinde sıradan insanlar, ağırlıkla emek insanlarını işler.Onun yazdığı dönemlerde solcu olmak,emekten yana yazılar yazmak kolay değildir.Ne yazık günümüzde de bu anlayış sürüyor...”Bir İstanbul Var İdi “ adıyla (Doğan yayıncılık)   kitaplaştırılan gazete yazılarından biri “4 Aralık 1945 başlığını taşır. Bu yazısında Arpad, İkinci Dünya Savaşı bitimi Türkiye'sini anlatır. Yöneticilerin dış dünyaya karşı Türkiye'nin demokrat bir ülke olduğu görünümünü oluşturmak istediklerini  ama öte yandan Tan matbaasına, Berrak yayınevine , Salah Birsel ve İhsan Devrim'le kendisinin kurdukları ABC'nin yayınladıklarına bile tahammül edemediklerini vurgular. Hükümetin kışkırttığı gençlerin ve kimi sağ görüşlü grupların önce Cağaloğlu yokuşunda Sertellerin Tan matbaasını ve ardından ABC yayınevini yerle bir  ettiklerini ardından aynı saldırgan grubun Beyoğlu'na da geçerek Cami Başkurt'un Fransızca “La Turqui “ gazetesini ve Berrak Yayınevini de tahrip ettiklerini,okura  kısa fakat çarpıcı tümcelerle anlatır. Yazı, Sıkıyönetim komutanlığınca kapatılan sol partilerden, hapse tıkılan şair yazar ve aydınlara, Kore macerasından 6/7 Eylüle dek değinmelerle devam eder. Sonuçta yazısını şu tümcelerle bağlar Burhan Arpad :

Ve 1945 daha korkunç boyutlarla sürer gider. Bu karanlık çizgiler kötümserliğe yol açmasın. Cahit Saffet Irgat ne diyor?

    Değer mi deme,bu çektiğimiz.
    Böyle yaşamanın da kahrı çekilir.
    Güzel günler uğruna,böyle yaşamanın da ...

Burhan Arpad yapıtlarını okumanın tam sırası dostlar. Bir inanç insanının kendisine yönelik tüm engellere karşın hiç yakınmadan nasıl çalışıp üretebildiğini, çelebi görünümünün altındaki yiğit duruşu, hakça bir düzen için çırpınan savaşçı  kocaman yüreği anlayabilmek adına yapılmalı bu. Arpad'ı genç kuşaklara tanıtmak üretken, titiz, bir yazın emekçisi için bizlere düşen bir ödev diye düşünüyorum.

21 Mayıs 2010

Burhan Arpad'lı Yıllar...

Cumhuriyet 21.05.2010
ODAK NOKTASI
AHMET CEMAL

Bu satırları yazdığım 19 Mayıs Çarşamba, gazeteci, yazar ve çevirmen Burhan Arpad'ın doğumunun 100. doğum yıldönümüne rastlıyor. 17 Mayıs Pazartesi günü, Arpad'ı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin salonunda düzenlenen bir toplantıda, Cemiyet Başkanı Sayın Orhan Erinç'le birlikte, bir izleyici topluluğunun katılımıyla andık.
 
Bir hafta kadar önce, toplantının ayrıntılarını görüşmek üzere, Cumhuriyet'te sevgili İbrahim Yıldız'ın odasında bir araya geldiğimizde, Orhan Erinç söze: "O kadar çok yanı vardı ki!" diyerek başlamıştı. Evet, tuhaftır; kimi zaman bir insanın aslında ne kadar çok yönlü olduğunu, o yaşarken, pek fark edemeyiz. Daha doğrusu, her birimiz o insanın ancak bizi ilgilendiren yanları üzerinde odaklanırız. Bir hayat, çoğu zaman ancak günü gelip noktalandıktan sonra genel bir değerlendirmenin konusu olabiliyor.
 
Benim Burhan Arpad'la tanışmam yetmişli yılların başına, İstanbul'daki Avusturya Kültür Ataşeliği'nde çalıştığım döneme rastlar. O sıralarda henüz çevirmen değildim; sadece çok hevesli bir çevirmen adayıydım. Bir gün Kültür Ataşesi Prof. Hans E. Kasper'i ziyaret eden Burhan Arpad, onun yanından çıktıktan sonra bana geldi ve Altın Kitaplar Yayınevi için oğlu Ahmet Arpad'la birlikte "Sosyal Gerçekçilik Açısından Alman Edebiyatı" başlıklı bir seçki hazırladığını, bu seçkide yer alacak bazı metinleri benim çevirmemi istediğini söyledi. Bana gelmesi, sanırım sevgili Doğan Hızlan'ın yönlendirmesiyle olmuştu. Önerdiği metinler Schiller ve Goethe'ye ait olduğundan, biraz ürktüm. Ancak Burhan Arpad, o sonraki yıllarda sıkça karşılaşacağım sevecenliği ile karşılaşabileceğim güçlüklerde bana memnuniyetle yardım edeceğini söyledi.
 
Çevirmen Ahmet Cemal, ilk kez o kitapla birlikte ortaya çıktı. Ve Burhan Arpad, benim çeviri alanındaki ilk hocam oldu. Onun bu hocalığından, engin hoşgörüsüne sığınarak, sonraki yıllarda da hep yararlandım. Ne zaman başım sıkışsa, özellikle akşam saatlerinde, evine telefon ederek bir şeyler danışmaktan ve sormaktan hiç çekinmedim. Beni yönlendirmeleri sırasındaki titizliği ve araştırmacı yanı, sonradan hep onun örnek aldığım nitelikleri oldu.
 
Fakat onu örnek alışım, bu kadarla sınırlı kalmadı. Zamanla Burhan Arpad'ın çevireceği yazarları hangi ölçütlere göre seçtiğine dikkat etmek de benim için önem kazanmaya başladı. Stefan Zweig, Anna Seghers, Thomas Mann, Erich Maria Remarque, Joseph Roth, Fritz Habeck ve diğerleri; bunların tümü, edebiyat açısından taşıdıkları değerin yanı sıra, hümanist ve toplumcu dünya görüşleri nedeniyle de sivrilmiş yazarlardı. Bu olgu, karşımıza dünya edebiyatından çevireceği yazarları seçerken, içinde yaşadığı kendi kültür iklimine nelerin getirilmesinin yararlı olacağı sorusuyla da sürekli hesaplaşan bir çevirmen ve düşünür kimliğini çıkarıyordu. Sonraki yıllarda bu kimliği, kendi çeviri uğraşım bağlamında elimden geldiğince örnek almaya çalıştım.
 
Burhan Arpad, çalışma ile yaşamayı ve yaşananlar ile hesaplaşmayı bütünüyle özdeşleştirmeyi başarabilmiş ender aydınlarımızdandı. Sanki dünyaya hep çalışmak için gelmiş dev bir karıncaydı. Daha çevirmenlikte emeklemeye başladığım yıllarda böyle bir hocaya kavuşabilmiş olduğum için mutluyum.
 
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

19 Mayıs 2010

Burhan Arpad 100 Yaşında

Cumhuriyet 19.05.2010
ÇED KÖŞESİ
OKTAY EKİNCİ


Bugün yedi düvelin çullandığı güzel vatanımızda özgürlüğümüzü kazanmamızın "ilk adım" günü...

91 yıl önce Samsun'da başlayan yürüyüşün dünyayı hayretler içersinde bırakan kahramanlıkla ulusumuza armağan ettiği bağımsız ve laik Cumhuriyet, sadece bizim değil, insanlık tarihinin de yüz akıdır.

O efsanevi vatanseverliğin destanlaşmış onur savaşını kuşaktan kuşağa en yüce gurur kaynağımız yapan Mustafa Kemal Atatürk ve tüm ulu büyüklerimizi bir kez daha kutsuyor, kucaklıyoruz...

Yurtsever 'kentsever'

Yine bugün, aynı vatanseverliği aynı onurla yaşayarak, bizlere "yurtsever kentsever"liği öğreten; Cumhuriyet gazetesinin kente ve çevreye "Kuvayi Milliye ruhuyla" sahip çıkması geleneğinin korkusuz kalemi Burhan Arpad'ın da 100. doğum günü...

19 Mayıs 1910'da Mudanya'da doğduğunda, ülkesini karanlıklardan kurtaracak o "kutsal isyan"ın 10 yıl sonra aynı gün başlayacağını elbette bilmiyordu...

3 Aralık 1994'te İstanbul'da yaşama veda ettiğinde, ülkeyi yeniden karanlığa sürüklemek isteyenlerin sadece laik Cumhuriyete değil, kentlerimize, doğal ve kültürel değerlerimize, yaşam kaynaklarımıza da "aynı hırs"la saldırmalarının "rastlantı olmadığı"nı bilen ve sorgulayan gazetecimiz olarak basın tarihimize geçiyordu...

Arpad'ın gazetemizdeki "Hesaplaşma" köşesi yağmacıların, neden hep "gericilik"le sarmaş dolaş olduklarının eşsiz belgeselidir. Bugün Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye "reform" diyenlerin, aynı zamanda kıyılardan sitlere tüm güzelliklerimizi pazarlama yasalarına da imza atmalarındaki "koşut"luğu merak edenler, yaşadığımız sürecin "80 sonrası"nda hazırlanan "altyapı"sını gazetemiz arşivindeki 'Hesaplaşma'lardan izleyebilirler...

Dahası, yine şu anayasa değişikliği için "12 Eylül artık yargılanacak" diyenlerin, aynı 12 Eylül'ün talan yasalarından tam 30 yıldır nasıl bir iştahla yararlandıklarını; faşizmin yağma düzenlemelerini kaldırmak yerine nasıl genişleterek uyguladıklarını, Arpad'ın kitaplarından öğrenebilirler...

Aydınlanma emektarı

Gözü pek yazarımız "çevirmen" olarak da aydınlanma yürüyüşümüze eşsiz katkılarda bulunmuştur.

Dünya edebiyatının ünlü isimlerini okuduysanız; örneğin Erich Maria Remarque'un "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" ve "Dönüş Yolu"yla… ya da Stefan Zweig, Anna Seghers, Joseph Roth, Odon von Horvath, Thomas Mann, Ingeborg Bachmann, Fritz Habeck, Ignazio Silone, William Saroyan, Henry Wallace, Şalom Aljehem, Dimitir Dimov, Haşek, Silanpaa ve Istrati'nin eserleriyle tanıştıysanız, tüm bu büyük isimlerle "Türkçe" kurduğunuz beraberlikleri Burhan Arpad'a borçlusunuz.

Arpad edebiyat yaşamına 1936'da Servet-i Fünun dergisinde başlamış, Hürriyet, Memleket ve Vatan'da muhabirlik yapmıştı. Özellikle ilerleyen yaşlarında "genç"lerin yurt ve çevre bilinciyle yetişmelerine öncülük eden "Alnımdaki Bıçak Yarası" (1968), "Hesaplaşma" (1976), "Direklerarası" (1983), "Yok Edilen İstanbul" (1983) ile ölümünden sonra yayımlanan "Bir İstanbul Var İdi" (2000) kitaplarını bugünün kent ve ülke yöneticilerine "ders" olarak okutabilsek...

Büyük üstadımız, yine bugünlerde "1 Mayıs Meydanı" özlemleriyle gündeme gelen Taksim'in asıl adının "Cumhuriyet Meydanı" olduğunu da "Yok Edilen İstanbul" adlı kitabında şöyle anımsatıyordu:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anıtı Taksim'de yapılmış, çevresinde küçük, ama derli toplu bir alan oluşmuştur. 'Taksim Cumhuriyet Anıtı ve Alanı' İstanbul'da Türkiye Cumhuriyeti'nin sembolüdür..."

Emeğin ve alınterinin de yılmaz savunucusu olan "Cumhuriyet devrimcisi" yazarımız Arpad'ı, 100. doğum yıldönümünde saygıyla anıyoruz... 

16 Mayıs 2010

Varoluşun dayanılmaz hafifliği

Cumhuriyet 16.05.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Oturmuş göl kenarındaki tahta iskeleye, sallandırmış çıplak ayaklarını sulara, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyor. Çevre çok sessiz, doğa uzun süren kış uykusundan yeni yeni uyanıyor. Göl kıyısındaki, dalları sulara değen ağaçlar yeşermiş, ıslak çimenleri rengârenk çiçekler bürümüş. Tahta sıralardan birine oturuyoruz. Adam bizi görmüyor, kendinden geçmiş gibi. Mırıldandığı şeyler yabancı bir dilde. Bir yandan da hafifçe sallanıyor. Gölün durgun sularına kuşlar inip kalkıyor, güzel renkli ördekler, peşlerinde yavruları bembeyaz kuğular kıyı yakınında yiyecek bir şeyler arıyor. Adam susuyor. Şimdi hiç kıpırdamıyor. Az sonra ayağa kalkıyor ve bizi görüyor. Gülümseyerek yanımıza sokuluyor, karşımızdaki boş sıraya oturuyor. Biz sormadan konuşuyor: "Ne güzel bir gün, ne güzel bir doğa!" Sesi çok usul, şarkı söyler gibi. Giysileri bembeyaz. Gülümsemeye devam ediyor. Yanımdaki tanış, kim bu tuhaf adam, der gibi bana bakıyor.
 
"İnsan yüreği hep buradaki çiçekler gibi açmalı..." Başını çevirip doğaya bakıyor, ayağa kalkıyor, dans eder gibi kendi etrafında dönüyor. Biz hâlâ suskunuz. "Gülümse ve sev... Sevmeye hep devam et..." Yine kendi dünyasına dalmış gibi. "Sen sevdikçe seni seven de olacaktır..." Çimenlere doğru yürüyüp menekşeler topluyor, kollarını havaya kaldırıyor, bale yapar gibi birkaç adım atıyor, dönüyor. Dudaklarında hep bir gülümseme. Gidip kıyıdaki sazların arasında oturuyor, gözleri kapalı güneşe bakıyor. "Gel, kalkalım" diyor tanışım. "Yolumuza devam edelim." Stuttgart'ın kuzeyindeki ormanlarda uzun bir yürüyüşteyiz. Trenle Murrhardt'a gelmiştik, orman yollarından Schwaebisch Hall'e gitmekti amacımız. Yöre her mevsimde güzel. İlkyazın bu ılık günlerinde, böyle bir doğada insan kendine geliyor, canlanıyor. Irmaklar, dereler, göl ve gölcükler, yeşil yamaçlar ve çayırlar, korular, ormanlar... Kızıl çamlar, ladin ağaçları, kayınlar, akça ağaçları, dişbudaklar, gürgen ağaçları... Az sonra ağaçlar bitiyor, üzüm bağlarıyla kaplı yamaçlarda uzanıyor yol. İkimiz de konuşmuyoruz. Buralar büyük kent insanının nefes alabildiği bir yöre, doğanın ciğeri. Yüzlerce kilometrelik yürüyüş ve bisiklet yollarıyla, balık avlanan, kürek çekilen, yüzülen küçük gölleriyle, yöresel yemek ve şarapların sunulduğu lokanta ve şaraphaneleriyle bir doğa cenneti. Uzaktan Rosengarten görünüyor. Tanışım, sanki aklımdan geçeni okumuş gibi: "Burada mola verelim" diye konuşuyor. Ne de olsa öğleyi bulmuştuk. "Köy girişinde küçük bir lokanta vardır. Bugün açıksa ne iyi olurdu."
 
Az sonra dışarı atılmış tahta masalarda, yanında patates salatası, içi ıspanak dolu Alman mantısı yiyip, yörenin şaraplarını yudumlarken keyifler yerindeydi. "Adamcağız meditasyon yapıyordu, rahatsız ettik" diye konuştu tanış. Anlamamış gibi suratına bakınca da devam etti. "Kim bilir hangi gurunun müridi?" Ben hâlâ, ne demek istiyorsun, diye ona bakıyor olacaktım ki konuşmasını sürdürüyor: "Belki de Bhagwan'ındır? Bizim enişte de 80'li yıllarda mistisizme meraklanmış, hatta taa Poona'lara gitmiş, gurunun yanında iki ay kalmış." Kadehimdeki son şarabı yudumlayıp, soruyorum: "Hindistan'a mı gitmiş?" Garson kadına işaret ediyorum. "Evet, onun müridi olmuş" diyor tanış. "O yıllarda Amerika'dan, Japonya'dan, Avrupa'dan genç yaşlı, ünlü ünsüz ona gider, gerçek benliğine kavuşmayı düşlerdi." Garson kadın ikinci kadeh şarapları getiriyor. Bu kadarı yeterdi, yoksa hedefe varamazdık bugün. Tanış devam ediyor: "Bhagwan, sonra ona Osho adını da verdiler ya, çevre etkisiyle sahte bir benlik oluştuğunu savlardı. Gelecek yüzyılda meditasyon dinsiz Batı zenginlerinin yeni dini olacaktır, sözü de onundur." Mistisizm üzerine bir şeyler daha söylüyor, ama benim bakışlarım ışıl ışıl doğanın güzelliğinde. Bana ne onun anlattıklarından! Anımsıyorum, Bhagwan için, modern zamanın en sahte ve zengin gurusu, diyenler de olmamış mıydı o yıllarda? Susuyorum. Gözlerimi hafif kısıyorum. Ötelerde, yamaçlar ardında hedefimiz tarihi kent Schwaebish Hall. Daha ötelerde, kuzeyde, Main nehri ve daha çok ormanlar, akarsular, göller, yüzlerce kilometre yürüyüş yolları...
 
www.ahmet-arpad.de

18 Nisan 2010

İsviçre'ye sadece işgücü kaçmıyor

Cumhuriyet 18.04.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Yedi buçuk milyonluk İsviçre'de iki yüz binin üzerinde Alman var. Sadece doktorlar, mimarlar, otel elemanları yeğlemiyor güney komşuyu. Kilise adamından medya mensubuna hemen hemen her meslek dalında Alman "işçiler" İsviçre'de ekmek parası peşinde! Özellikle işsizliğin arttığı son üç yılda patlama yapmış güney komşuya göç. İsviçre'de sürekli yaşayan iki yüz bin Almanın yanı sıra günübirlik sınırı geçip, burada çalışan ve akşama yine evine dönen on binlerce Almanı da unutmamak gerek. İsviçre'deki ırkçıların gündeminde çoktandır sadece minareler yok. Almanlar da ilgilerini çekmeye başladı! İki komşu ülke arasında bir süredir gerilim yaşanıyordu. Son aylarda buna bir de "kara para" gerilimi eklendi! İsviçre'nin vergi kaçıranlar için bir cennet olduğu sır değil. Bu dünyanın parababaları, uyuşturucu ve silah kaçakçıları, fakirin fakiri Afrika ülkelerinin Avrupa, Amerika destekli milyarder kralları, cumhurbaşkanları, başbakanları paralarını hep sırdaş hesaplara yatırdılar. Hitler'den kaçan Alman komünistleri ile 25 bin Yahudiyi sınır kapılarından geri çevirmiş olan İsviçre'nin, Nazilerin el koyduğu tonlarca Yahudi altınını kasalarında ta 1990'lı yıllara kadar gizlediğini de unutmamak gerek. Son haftalarda ortaya atılan verilere göre vergi kaçıran varlıklı 100 bin Almanın İsviçre bankalarındaki sırdaş hesaplarında 23 milyar Avro parası yatıyor. İsviçreli ünlü bilim insanı, politikacı ve kitap yazarı Jean Ziegler'e göre bankalar oligarşisi ülke politikasını çoktan ele almış. "İsviçre insanı bankalarının arkasındadır" diyor Ziegler. "Ona göre banka hesaplarının gizliliği neredeyse insan haklarına eşit bir özgürlüktür! Ülkemde 21. yüzyılda çoğu gerçek hâlâ dışlanmaya devam ediyor." Ziegler için bankalarda yatan yabancı para ülkenin tek hammaddesi! "Fakat altın devir çoktan geride kaldı" diye konuşuyor ünlü bilim insanı. "Birleşmiş bir Avrupa'da böyle yaşamaya devam edilemeyeceğini İsviçreli kabullenmek zorunda." 
 
Binlerce Alman zengininin gizli hesaplarını kopyalayan kim oldukları bilinmeyen kişiler, ellerindeki CD'leri Alman hükümetine, Bavyera, Kuzey Ren Vestfalya ve Baden-Württemberg eyaletlerine milyonlarca Avro karşılığı satmayı önerdiler. Aradan bir ay geçtikten sonra da yakalanıp, büyük cezalar alacağından korkan tam altı bin kişinin kendisini ihbar ettiği şu günlerde ortaya çıktı. Ödedikleri vergi kişi başına ortalama 100 bin Avro! Kaba bir hesaba göre bu kişilerin İsviçre'deki hesaplarında en az yarım milyon Avro kara para yatıyor olmalı! Kendini ihbar eden zenginler arasında serbest meslek sahipleri çoğunlukta. İçlerinde bir mali müşavir, devletten işsizlik parası alan bir zenginle, İsviçre'ye 600 bin Avro kaçırdığı ortaya çıkan Katolik bir papaz da var! Frankfurt yöresinde, yanında avukatı maliyeye giden biri 40 milyon Avro vergi borcunu hemen ödemek istediğini söylemiş. Bu kişinin İsviçre'deki hesabında tahminen yarım milyar Avro yattığı sanılıyor. Eyalet maliyelerine kendilerini ihbar edenler arasında varlıklı emeklilerin sayısı da az değil. Hessen eyaletinde, cebinde 40 bin Avro maliyenin kapısını çalan çok yaşlı biri, para dolu zarfı memurun masasına bırakmış... 
 
Tam 330 bankaya sahip küçücük Alpler ülkesinde sırdaş hesaplarda yatan paranın 1.4 trilyon Avro olduğu söyleniyor. Credit Suisse'in bir belgesine göre de bu paranın yüzde sekseni vergi kaçıranlara ait. Sadece bir yıllık faizi yaklaşık 80 milyar Avro. Uzmanlar sonbaharda İsviçre'den yeni CD'ler geleceğini tahmin etmekte. Türkiye'den de yurtdışına toplam 100 milyar dolar para kaçırıldığı söylenmekte. Ankara'daki hükümetler yürekli olsaydı, özellikle İsviçre bankalarından bu vatandaşların isimlerini çoktan isterdi. Acaba İsviçre'de bizim para babalarının hesaplarını CD'ye kopyalayan kişiler de var mı? Böyle olsa hükümet o CD'leri almak yürekliliğini gösterir mi dersiniz? Sanmıyorum...
 
www.ahmet-arpad.de 

21 Mart 2010

'Savaşı önlemek istemiştim'

Cumhuriyet 21.03.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Münih'in tarihi birahanesi Hofbraeuhaus'un salonları öğle saatlerinde yine dolu. Az ötede küçük bir turist grubu oturmuş, önlerinde beyaz sosisler, bira kadehleri. Aralarında İngilizce konuşuyorlar. Rehberleri Münih'ten, biradan ve Hitler'den söz ediyor. Kulak kabartıyorum. "Münih, Nasyonal Sosyalistlerin merkezi, bu birahane de toplantı yerleriydi" diyor. Viyana'da başarılı olamayan Hitler 1913'te Münih'e yerleşir. Kısa süre sonra kendini aşırı sağcı grupların arasında bulur. Gönüllü olarak gittiği Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yine Münih'e döner. Şubat 1920'de Hitler'in de üye olduğu Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP kurulur. Sık sık Hofbraeuhaus Birahanesi'nde bir araya gelirler. 8 Kasım 1923'te orada aldıkları bir kararın ardından darbe girişimini denerler, ancak başarılı olamazlar. Hitler ve yandaşları tutuklanır. Ülkenin güvenliğini tehlikeye soktukları için Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'ne çıkarılmaları gerekmektedir. Suçlarının cezası idamdır. Fakat Bavyera Adalet Bakanı Franz Gürtner, yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen baş yargıç Neithardt'ın kararı 5 yıl hapis olur. Ancak Hitler Landsberg cezaevindeki özel hücresinde sadece 9 ay yatar, "Kavgam"ı yazar ve çıkar çıkmaz da aşırı sağcı NSDAP'yi yeniden kurar. 27 Şubat 1925'teki kuruluş toplantısı yine Hofbraeuhaus Birahanesi'nin salonlarında yapılır. Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti gerçekleştirdiği günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atmıştır! Birkaç ay içinde 27 bin kişi NSDAP'ye üye olur. Aradan geçen beş yılda parti büyük bir patlama yapar, 1930 yılında 400 bin Alman Hitler partisine üyedir. Ortam artık hazırdır. 1923'te darbeyle ele geçirmediği ülke yönetimine aradan on yıl sonra seçimle el koyar! Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvururlar. Kısa zamanda hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler'in eline geçer. İşte o yıllarda Georg Elser ortaya çıkar. Özgürlük düşkünü gençten bir marangozdur. Nazilerin felaket getireceğine inanmıştır. 1938 güzünde üst düzey Nazilerin öldürülmesi gerektiğine karar verir. Hitler Münih birahanesinde 1923 darbesinin 15. yılını kutlarken davetliler arasına Elser de karışmasını becerir. Suikast girişimi kafasına iyice yerleşmiştir. İleri aylarda geceleri sık sık birahaneye saklanır, planlar çizer. Saatli bomba yapacaktır. Hitler'in 8 Kasım 1939 akşamı yine birahaneye geleceğini biliyordur. Konuşacağı kürsünün hemen yanındaki sütunun içine üç gece önceden yerleştirdiği saatli bombaları 8 Kasım saat 21.20'ye ayarlamıştır. Hitler, yardımcısı Rudolf Hess'in ardından kürsüye gelir ve o gece Berlin'e dönmeye karar verdiği için de kısa konuşur. Aynı saatlerde Elser, Konstanz'dadır. Führer saat 21.10'da kürsüden iner, bomba on dakika sonra patlar. Sekiz kişi ölür, altmış da yaralı vardır. Elser, o gece yarısı İsviçre'ye geçerken üzerinde birahanenin bir kartpostalıyla salonun planları bulunduğu için tutuklanır. İşkencenin ardından suçunu itiraf eder. Atıldığı Dachau toplama kampında savaşın son haftalarında kurşuna dizilir. Cesedi üzerindeki giysiyle yakılır. "Ben savaşı önlemek istemiştim," diyen Elser'in bugün mezarı yoktur... 

Rehber ayağa kalkıyor. "Şimdi Nazi döneminden kalmış olan ve günümüzde Müzik ve Tiyatro Yüksekokulu'nu barındıran yapıyı ziyaret edeceğiz" diyor. Turistler adamın peşinden dışarı çıkıyor. Bizi de içinde kralların, kont ve konteslerin 400 yıl boyunca yaşadığı, Rönesans, Barok ve Rokoko salonlarıyla görkemli bir yapı olan Residenz bekliyor. Hocaefendi'nin yandaşları bugün orada bir sempozyum düzenliyor da... Hitler'in 1924 yılında Leipzig Devlet Mahkemesi'nde yargılanmasını önleyenler 60 milyon insanın ölümünden sorumludur. 

www.ahmet-arpad.de

28 Şubat 2010

Hafta sonuna sıkışan evlilikler

Cumhuriyet 28.02.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Saat 14.34. Paris'ten gelen Le Train à grande vitesse (TGV) Karlsruhe istasyonuna on dakika geç girdi. Kapılar açıldı. Yolcular indi. Peronda bekleşenler çabuk çabuk bindi, kapılar hemen kapandı ve TGV saat 14.35'te yine hareket etti. Daha yerimize bile oturmamıştık. Paris'ten gelip, Stuttgart'a giden hızlı tren Karlsruhe'de bir dakika bile beklememişti. Fransızların bu lüks treni iki kent arasını 3 saat 30 dakikada alıyor. İlk kez 2008'de gerçekleşen bu bağlantı sayesinde Stuttgart'tan Paris'e uçmaya gerek yok artık. Çünkü TGV de uçuyor! Hızı saatte 320 kilometreye varan TGV ile Seine kıyıları, Eyfel Kulesi şimdi daha yakın. TGV Paris ile Stuttgart arasında sadece iki kez duruyor. Fransa'da Strasbourg'da, sınırı geçince de Karlsruhe'de. İki dakika sonra kent gözden kayboluyor. Hafif bir uğultu. TGV Stuttgart yönünde karların arasına dalıyor.
 
Yanımda oturan gençten adamın bavulu filan yok. Sadece bir sırt çantası. Heyecanlı gibi. Elindeki derginin sayfalarını okumadan şöyle bir karıştırıyor. Karşımızdaki ışıklı tabela, trenin saatte 235 km. ile gittiğini gösteriyor. Genç huzursuz. Az sonra yanımıza gelen kondüktöre biletini gösterirken soruyor: "Acaba Stuttgart'a zamanında varacak mıyız?" TGV'nin Stuttgart istasyonuna girişi saat 15.04'te. Biletini kontrol eden memur, Fransız aksanıyla Almanca yanıt veriyor: "Sanırım rötar 4 dakikaya düşecek. Varış saatimiz 15.08 olabilir." Bu yanıt yanımdakini pek memnun etmemiş gibi. "Fakat benim saat 15.12 Münih trenine aktarma yapmam gerekiyor..." Fransız memur parmağının ucuyla kasketini şöyle bir geri itip: "Merak etmeyin, yetişirsiniz" derken nazikçe gülümsüyor. "Münih treni 15. perondan kalkıyor, biraz koşmanız gerekebilir..." Ve uzattığım bileti zımbalayıp, yoluna devam ediyor.
 
Adamın sözleri yanımdaki yolcuyu pek rahatlatmışa benzemiyor. "Bu ne biçim iş!" diye kendi kendine homurdanıyor. Dayanamıyorum, ona dönüp konuşuyorum: "Bakarsınız Münih treni de rötarlıdır." Gençten adamın gözlerinde hüzün var. "Fakat ya tam zamanında kalkarsa," diye mırıldanıyor. "Kaçırmam hiç de iyi olmaz... Saat 15.12 trenine mutlaka yetişmeliyim." Ben sormadan anlatıyor. "Eşim evde bekliyor. Akşama tiyatroya gideceğiz. Bugün evliliğimizin birinci yıldönümü!" Münih'te yaşıyorlar. Fakat onun işi Karlsruhe'de. Pazartesiden cumaya. Hafta sonlarını ise Münih'te eşinin yanında geçiriyor. "Ne yapacaksınız, bu zamanda nerede iş bulursanız, orada çalışmak zorundasınız" diyor. Adam haklı. İşin azaldığı son yıllarda çoğu insan çalışmak uğruna evini terk edip, başka kentlere gidiyor, aileler bölünüyor, babalar çocuklarını, eşlerini haftanın iki günü görüyor. Bunun yanı sıra ekmek parası için her gün köy ve kasabalardan yakındaki büyük kentlere akın eden on binlerce çalışan da var. Yedi-sekiz saatlik iş uğruna sabahın köründe yola çıkan bu insanlar akşamın karanlığında evlerine dönüyor. Ekonomik krizin artmasıyla Almanya küçük bir iç göç yaşıyor şu sıralar. "Günde iki kez telefonlaşıyoruz" diyor yanımdaki gençten adam. Sonra birden gülümsüyor. "Üniversite yıllarından tanıdığım bir arkadaşım var. Evli. Münih'te ev aldılar. Fakat arkadaşım Hannover'de, karısı da Viyana'da çalışıyor. Cuma akşamı uçağa atladıkları gibi Münih'teki evlerinde buluşuyorlar. Pazartesi sabahı da ilk uçakla yine ters yönlere gidiyorlar. Biri Viyana'ya, öteki de Hannover'e…" Bakışları hız tabelasında. TGV saatte 255 yapıyor. "Demek ki, beterin beteri varmış" diyorum. "Siz yatıp kalkıp, şükredin halinize!" Adam sesini çıkarmıyor. 
 
www.ahmet-arpad.de

25 Şubat 2010

'Bizler artık her yerde vatansız olacağız'

Cumhuriyet, 25.02.2010
Stefan Zweig'in son yılları

Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti.
Ahmet ARPAD
 
Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri var. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemli: 'Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.' Sorunlarla dolu bir yüzyılın iyi yürekli bu aydın yazarı şunu da der: 'Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır...'
 
Dünya politika olayları 1933 yılında Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: 'Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın.' 
 
O günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'yı terk etmeye başladı. Stefan Zweig adı 'safkan olmayanlar' listesine girdi. Mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı böylece sona erdi. 1934 Şubatı'nda Gestapo, Salzburg'daki evine baskın yapıp silah aradı. Onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir karar verdi ve Salzburg'u terk etti. Daha sonra 'Dünün Dünyası'nda yazacağı gibi o günlerde 'üçüncü bir yaşama' başladı. Bu artık bir mülteci yaşamıydı. Birinci yaşamı 1914'te Dünya Savaşı'nın başlamasıyla son bulmuştu, ikincisine de 1934'te Naziler son vermişti. 
 
1934-1936 arasında Fransa'da, İsviçre'de ve Birleşik Amerika'da söyleşiler ve edebiyat konferansları için bir süre dolaştı. Sonunda kesin kararını verdi ve Salzburg'daki evini büsbütün bıraktı. Eşyaların bir kısmını, Londra'da tuttuğu küçük bir apartmana taşıttı. Fakat yerleştiği İngiltere'de de kendini rahat hissetmedi. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. Brezilya'da toplanan Milletlerarası PEN Club kongresi nedeniyle, 1936 yılında Güney Amerika'yı ilk kez gördü. Rio'ya ayak bastıktan sonra karısına yazdığı bir mektupta: 'Aklımdan, hayalimden geçiremeyeceğim bir yaşamın en güzelini yaşıyorum' diyordu. 
 
'BİTKİLER GİBİ İNSANLAR DA KÖKSÜZ YAŞAYAMAZ'
 
Uzun Amerika ve Brezilya yolculukları yaptığı 1935 ve 1936 yılları Zweig'ın ruhsal durumunu bir süre için de olsa düzeltir. Ancak Avrupa'daki gelişmeler onu yine depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Aynı günlerde çok sevdiği yaşlı annesi Viyana'da ölür. Elli yaşından sonra gittikçe artan tedirginlikleri artık daha da bunaltıcı olmaya başlar. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Bundan böyle İngilizlerin vermiş olduğu bir belgeyle yetinecektir. Bu durum ona pek dokunur. 
 
Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında haymatlos olması ona pek ağır gelmişti. 'Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını' anlamıştı; 'bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdı.' Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Ünlü şair ve yazar yakın dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a yolladığı bir mektupta şöyle dedi: 'Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar.' 
 
Aynı yıl davetli olarak gittiği Birleşik Amerika'nın on beş kentinde konferanslar verir, sayısız radyo ve gazete onunla röportaj yapar, basın toplantılarına katılır. O sıralar Nazi ordularının Prag'a girdiğini öğrenir. Hemen İngiltere'ye dönüp 'uyuşturucum' dediği çalışmalara daha çok verir kendini. Ancak Londra'nın banliyösü Bath'ta geçirdiği aylarda daha çok kötümserleşir, depresyonları artar. Yakın dostu Lavinia Mazucchetti'ye 1939 Temmuzu'nda yazdığı mektupta: 'Ben bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyorum' der. Kendinden 27 yaş küçük sekreteri, Yahudi asıllı Lotte Altmann ile 6 Eylül'de evlenir. Alman orduları beş gün önce Polonya'yı işgal edince Zweig'ın korktuğu İkinci Dünya Savaşı artık başlar. Nazilerin 1940 Haziranı'nda Fransa'yı ele geçirmesi üzerine Felix Braun'a şöyle yazar: 'Kendimi evimde hissettiğim Fransa da gitti. Bir zamanların Avrupası'ndan kalan en son ülkenin de yok olmasıyla ben artık bir evsiz barksızım" 
 
Ondan sonraki aylar ve yıllar Stefan ve Lotte Zweig için bir kaçıştır, yorgun ve canı sıkkındır. O günlerde Fransa'yı terk edip, Los Angeles'e sığınmış olan Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektuptaki satırları çok kötümserdir: 'Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere'deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu' Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Denizaşırı ülkelerdeki bu zorunlu tatilim sonsuza dek sürecek mi? Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Yoksa bu yaşam yepyeni bir özgürlük mü? Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma kâğıtlara karalıyorum onu...' 
 
'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'
 
Klaus Mann o günlerde New York'ta Beşinci Cadde'de karşısına çıkan Zweig'ı görünce irkilir. İlerde O Bir Ümitsizdi adlı kitabında şöyle yazar: 'Görünümü çok kötümserdi. Bakışları boş ve tasa doluydu. Anılarımdaki hep keyifli o insan yok olup gitmişti. Tıraş olmamıştı, bakımsız biri görünümündeydi" O aylarda Zweig'ı görenler karşılarında yıkılmış, canından bezmiş bir insan buluyordu. Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile Dünün Dünyası (Türkçesi: Burhan Arpad) anılarıydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: 'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması" Aynı günlerde yakın dostlarından Carl Zuckmayer ile yaptığı bir sohbette söyledikleri de kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıydı: 'Bizlerin sevmiş olduğu dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Söylediklerimizi hiç kimse anlamayacak. Bizler artık bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız"
 
1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Stefan ile Lotte Zweig'ı Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Zweig'ın en çok hoşuna giden geniş terasıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Eve yerleştikleri 17 Eylül 1941 günü, eski karısı Friderike'ye yazdığı bir mektupta şöyle der: 'Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, 'ün' ve 'başarı'ya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken, ben bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum. Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç' Önümüzdeki aylarda otobiyografimi iyice bir gözden geçirip, çalışmalarımı daha da yoğunlaştıracağım. Şimdiye kadar bir kenarda unuttuğum bir noveli de ele alacağım.' 
 
Petropolis yükseğe kurulmuştur, havası Rio'ya oranla oldukça temizdir ve herkesten uzaklaşmak isteyenler için ideal küçük bir kenttir. İlk eşi Friderike'nin ağabeyi ve karısı Rio'da yaşamalarına karşın Zweig onları pek aramaz. Çok az tanışı vardır. Kimi gün, evinin az ötesinde yaşayan Gabriela Misstral -1945'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış olan Arjantinli kadın şair- ile görüşür. Rio'daki yayıncısı Abrahao Koogan ile de arada sırada haberleşir. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Goethe, Shakespeare ve Homeros'u okuyor, Avrupa'da kalmış yazar ve sanatçı dostları, yakın tanışlarına Güney Amerika devletlerinden birine giriş vizesi sağlamak için büyük çaba gösteriyor, yeni eserler tasarlıyor, Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışıyordu. İkinci eşi Lotte onun mutlu olması, başını dinleyip gönlünce yaşayabilmesi ve çalışabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Fakat: 'Hitler adını taşıyan bu bir tek insanın cinayetleriyle yıllardır yüz binlerce ve milyonlarca insanın hayatını mahvettiğini düşünmek korkunç şey'di.
 
Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! Anıları olarak kabul edilen 'Dünün Dünyası'nda şikâyet eder: 'Yahudileri ülkelerinden sürdüler, onlara başka topraklar vermediler, onları hep suçladılar. Kaçış yolunda birbirlerine baktılar, niçin ben, niçin sen, niçin hepimiz, diye sordular. Hiçbiri yanıt veremedi. Sık sık görüştüğüm, zamanımızın en zeki insanlarından biri sayılan Freud bile günümüzde olup biten bu saçmalıklara bir anlam verememiş, bir çıkış yolu bulamamıştı.' 
1941 Ekimi'nde Friderike'ye yolladığı mektupta: 'Kafamdan bir Avusturya romanı geçiriyorum' der. 'Ancak daha önce son on yılın gazetelerini bulup, bir daha okumalıyım. Bu belgelere belki New York'ta ulaşabilirim. Fakat yakın gelecekte buradan hiçbir yere kıpırdayamam. Vatanıma, evime, yayıncılarıma da gidemem. Artık onların hiçbiri yok" 
 
Melankolik yazar vatan özlemi çekmektedir. Kafasından geçirdiği o romanla düşünsel geçmişine dönmeyi düşler. 28 Kasım'da altmış yaşına basar ve kendini yüz yaşında hisseder. Çok uzaklardaki Friderike'ye şöyle yazar: 'Şu anda düşünüyorum, keşke benim de bir çocuğum olsaydı. Sen mutlusun, kızların yanı başında.' Franz Werfel'e yolladığı son mektupların birinde ise çok daha kötümserdi: 'Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum.' Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi. 
 
Bir ay sonra Brezilya, ABD'nin politik baskısıyla Almanya'yı resmen düşman ilan eder. Ülkede Almanca ve İtalyancanın konuşulması, bu dillerde yazılmış kitapların okunması yasaklanır. Almanya 1942 yılının şubatı'nda Brezilya şileplerini batırır. 16 Şubat 1942 günü Lotte ve Stefan Zweig karnavala katılmak için Rio'ya iner, kentte gezinir, Yahudi lokantasında akşam yemeği yer. Hatta Zweig cebinden çıkardığı bir Brezilya purosunu keyifle tellendirir. Fakat ertesi sabah uyandığında İngiliz filosunun Singapur'da batırıldığını öğrenir ve yeniden depresyona girer. Yayıncısı Koogan'ın tüm ricalarına karşın aynı gün Petropolis'e döner. İki gün sonra yine Rio'ya iner ve mühürlemiş olduğu birkaç zarfı yayınevinin kasasına bırakır. Yayıncısı Koogan, Zweig'ın vefatından sonra açtığı bu zarflarda değişik müsveddeler, iki Rembrandt gravürü, bazı mücevherler, Mozart'ın 'Menekşe' adlı bestesinin partisyonunu, vasiyetnamesini ve 18 Şubat 1942 tarihini taşıyan bir de mektup bulur. Stefan Zweig bu mektubunda dünyaya veda etmeye kesinlikle karar verdiğini yazmaktadır. 
21 Şubat 1942 günü öğleye doğru Petropolis postanesinden New York'ta değişik adreslere üç zarf yollar. İçlerinde edebiyatının kalıtı sayılan Satranç Hikâyesi'nin (Türkçesi: Burhan Arpad) müsveddeleri vardır. Zarflardan birini New York'taki yayıncı Berman Fischer'e, diğerini Rio'daki yayıncısı Koogan'a, üçüncüsünü ise Arjantinli bir kitapevine yollamıştır. Zarflar radyoların Stefan Zweig'ın ölüm haberini verdiği gün alıcılarının eline geçer. Ölümünden önce kaleme aldığı en son eseri sayılan Satranç Hikâyesi 7 Aralık 1942 tarihinde Almanca olarak ilk kez Arjantin'de yayımlanmıştır. 
 
BASKILAR ALTINDA RUHSAL ÇÖKÜNTÜ
 
Stefan Zweig 21 Şubat gününün akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Feder ve eşi Zweig'ı gören son insanlardır. Lotte ertesi gün her zamanki gibi çarşıya iner, alışveriş yapar. Zweig ise masanın başına geçip, el yazısı ile bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: 'Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim... Petropolis çok hoşuma gidiyordu. Fakat çalışmalarım için gerekli olan kitaplar yanımda değildi. Önceleri pek yatıştırıcı gelmiş olan yalnızlık da zamanla bunaltmaya başlamıştı ve sonuçlanmayacakmış gibi sürüp giden ve doruk noktasına henüz varmamış bir savaş. Bütün bunlara dayanacak güç yoktu bende. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.' 
 
23 Şubat günü öğleye doğru eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen haber verdiği doktor Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -'ingestao de substancia toxica, suicidio'- 23 Şubat 1942 Pazartesi günü yaşamlarına son vermişlerdi. Brezilya hükümetinin kararıyla ertesi gün resmi bir cenaze töreni yapılır. Lotte ve Stefan Zweig Petropolis'teki Katolik mezarlığında Yahudi dini kurallarına uygun gömülür. 
 
1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 1942 yılında Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulmuştu. 'Onun gibi dünyaca ünlü ve çok yetenekli bir insanın günümüzün dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajik' diye yazar dostu Thomas Mann. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde ise: 'Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...' satırları yer alıyordu. Stefan Zweig, savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu.
 
Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı 23 Şubat 1942'deki ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. 'İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim' diyen Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli.

31 Ocak 2010

Kilise niçin siyasal İslamın dostu?

Cumhuriyet 31.01.2010
AHMET ARPAD
 
Almanya'da siyasal İslamın en büyük dostlarından biri de kiliselerdir. Gerek Protestan, gerek Katolik kiliseleri 1960'ların ortalarından günümüze İslam konusuna özel bir ilgi göstermiş ve bu alanda hemen hemen ilk yayın ve inisiyatiflerin öncüsü olmuşlardır. Alman kiliselerinin devletle organik bir bağ içinde oldukları dikkate alındığında, kilisenin dinimize duyduğu "ilgi"nin resmi bir ilgi olduğu da söylenebilir. Nitekim kiliseler, devletin "uyum programı" çerçevesinde, daha 1970'li yılların başında Alman okullarındaki "Türk öğrencilere" İslam din dersi verilmesi yolunda taleplerde bulunmuşlardı. O tarihte Almanya'daki İslami kuruluşların henüz böyle bir talebi yoktu. Kiliselerin İslam uzmanları o tarihte İslam din dersinin gerekliliğini söyle açıklayacaklardı: "Yakın aşamada ülkelerine dönmesi beklenen Türklerin çocuklarına ülkelerine uyumda yardımcı olmak…"
 
Kiliseler bugün de yüksek sesle Alman okullarında İslam din dersi verilmesi için talepte bulunuyorlar. Ancak günümüzde geçmişe oranla önemli bir fark var. Şimdi kiliseler İslam din dersini "Türk çocukları" için değil, "Müslüman çocuklar için" istiyorlar. Çünkü Alman devletinin yeni uyum ajandasında Türk yok, "Müslüman" var. İkinci fark daha da ilgi çekici. Kiliselere göre İslam din dersi, "Müslüman öğrencilerin Almanya'ya uyumunu kolaylaştıracak!" "Uyum"la kastedilen, Almanya'daki Türklerin, Boşnakların, İranlıların ve az sayıda Arap kökenli insanın kendilerini günün birinde sadece "Müslüman" olarak görmeleri ve tanımlamaları. Almanya'da son yıllarda bir "Müslüman azınlık" yaratılmak isteniyor. Bu planın olmazsa olmaz kişileri arasında da papazlar ön sırada geliyor. Örneğin Alman Protestan Kilisesi'nin İslam uzmanlarından Heinrich Georg Rothe, "dinler arası diyalog" yaftası altında siyasal İslamın temsilcilerini sürekli sempozyumlara, konferanslara davet edip, onları ısrarla "Müslümanların temsilcisi" olarak pazarlıyor. Papaz Rothe'nin dini bütünlerle bu sıkı ilişkisi şu sıralar kendi kilise tabanını da oldukça rahatsız etmişe benziyor. Son zamanlarda kendi papazlarına "İslamcıların papazı" demeye başladılar. Bu kişinin son çabalarından biri de Stuttgart yakınlarındaki Geislingen kentinde, boş kaldığı için Protestan kilisenin satışa çıkardığı kocaman bir bina, papaz Rothe'nin de önerisi ile "bizimkiler"e satıldı. Alıcı Hocaefendiciler "burada üniversite öğrencileri kalacak, bir de çocuk yurdu açacağız" diyor. Tepeden tırnağa restore olacak binanın proje sorumluluğunu da yerel kilise meclisinin önemli üyesi olan bir mimara verdiler! Baden-Württemberg Eyaleti "İslam danışmanı" Michael Blume'nin de Protestan kilisesine: "Binayı onlara satmanızda hiçbir sakınca yok" dediği biliniyor. Bundan yedi yıl önce doktora tezinde, geçmişi Hizbut Tahrir'e uzanan, şeriatçı Explizit dergisi yazarı, çok mimli bir Türk'ü kaynak olarak göstermesine, düşüncelerine yer vermesine ve Anayasayı Koruma Örgütü'nün karşı çıkmasına rağmen Hıristiyan Demokrat Parti yöneticilerinin "Eyalet İslam danışmanı" görevine getirdikleri Blume arada sırada Zaman'a yazıyor, düzenledikleri sempozyumlara konuşmacı olarak katılıyor...
 
www.ahmet-arpad.de

24 Ocak 2010

Schiller'in kafatası kimde?

Cumhuriyet 24.01.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Kocaman çınarların dalları karlar içinde. Hava soğuk mu soğuk. Dar yollar kar kaplı. Tarihi mezar taşları arasında gezinen birkaç yaşlı insan. Stuttgart'ın Fangelsbach mezarlığı bu sabah biraz ürpertici. Kilisenin yanından uzanan yolun sonunda bakımlı bir mezar. Onun da üzeri kar kaplı. Büyükçe taşında yazdığına göre en son gömü 1911 yılında yapılmış. Goethe ile birlikte Alman edebiyatında klasik dönemin en önemli temsilcisi sayılan Friedrich Schiller'in oğlu Ludwig, torunu Friedrich ve onun eşi Mathilde 1857'den günümüze burada yatıyor. Geçen yıl mezarları açıldı, kemikleri çıkarıldı, DNA analizinin ardından küçük bir törenle tekrar gömüldü. 1805 yılında Weimar'da ölen ve önce toplu bir mezara konan Schiller'in kemikleri anlatılanlara göre 1826 yılında prensler kabristanına taşınır. Fakat kısa süre sonra Weimar'da yatanın Schiller olmadığı iddiaları yükselmeye başlar. Ta ki 1959 yılında Gerassimov adlı bir Rus doktor kabristandaki kafatasıyla kemiklerin Schiller'e ait olduğuna karar verene kadar. Fakat beş yıl önce ünlü yazarın 200. ölüm yılında Alman televizyonu MDR aracılığı ile yeni ve çok kapsamlı bir araştırma başlatılır. İşte bu girişimler kapsamında Freiburg Üniversitesi Stuttgart'taki aile mezarında yatan oğlu ile torununun kemiklerini inceledi ve Weimar'daki kafatasının Alman edebiyatının bu ünlü yazarına ait olmadığı kesinlikle saptandı. Stuttgart-Marbach doğumlu Schiller'in 250. doğum yıldönümü törenleri nedeniyle konuşan Antropolog Ursula Wittwer, "On dokuzuncu yüzyılda ünlü kişilerin kafatasları meslektaşlarımın çok ilgisini çekerdi" dedi. Schiller'in kafatasının da o yıllarda çalınmış olduğu tahmin ediliyor!
 
Stuttgart'ın şirin Marbach kasabasında Schiller Milli Kütüphanesi iki yıllık restorenin ardından geçen kasımda kapılarını yeniden açtı. Alman edebiyatının çok zengin hazinesini barındıran eşsiz müzenin açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Horst Köhler, "Marbach doğumlu Friedrich Schiller bir popstar idi!" dedi. Aydınlanma çağının en önemli bu düşünürünün idealizmi, bireyin ruhuna ve özgürlüğüne öncelik tanır. Heyecanlıdır, ateşlidir, amaçlarına ulaşmak için hep isteklidir. Okul yıllarından başlayarak kendini hep baskı altında hisseder, dük Karl Eugen döneminde yaşam onun için dayanılmaz olunca 1782'de Stuttgart'ı terk eder ve Weimar'a yerleşir. Goethe ile yakın dostluğu işte o yıllarda başlar. Wilhelm Meister romanını yazması için onu zorlar. Goethe de Schiller'i "Wallenstein" eserini yazması için yüreklendirir, hatta Weimar'da sahneye konduğunda oyunun rejisörlüğünü yapar. Schiller "Haydutlar"ın ilk baskısını kendi cebinden öder, borç parayla da bir edebiyat dergisi çıkarır. Ölümüne yakın son sözleri, "Artık her şeyi daha sade, daha berrak görüyorum..." olur. Schiller'in ardından "Varlığımın yarısını yitirdim," diyen Goethe için sahip olduğu en değerli hazine, aralarındaki yazışmalardır. Bir süre sonra bütün mektupları yayınlatır. 
 
Yeniden açılan Schiller Milli Kütüphanesi'nin arşivlerindeki Alman edebiyatının Goethe'den Kafka'ya on binlerce belgesine şu günlerde yenileri de eklendi. Fischer Yayınevi'nin ardından Suhrkamp ve İnsel Yayınevleri de çok değerli arşivlerini kütüphaneye verdiler. Hofmannstahl, Rilke, Zweig, Frisch, Enzesberger, Walser gibi 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının yıldızlarının elinden geçen müsveddeler ve mektuplar şimdi Marbach'da herkese açık. 
 
www.ahmet-arpad.de

10 Ocak 2010

İnsanları sevmek yaşam koşuluydu

Cumhuriyet 10.01.2010
SALZBURG
AHMET ARPAD
 
Bu ev, yaşamı boyunca Avrupa ruhunu, toplumların uzlaşmasını düşlemiş olan Stefan Zweig'a Salzburg'un geç de olsa verdiği bir armağan! 1934'te Nazi baskısına dayanamayıp ailesini, yurdunu, kentini terk eden ünlü yazarı Salzburg aradan tam 74 yıl geçtikten sonra algıladı. Salzach ırmağı kıyısına yayılmış tarihi kente tepeden bakan Edmunsburg'daki şık 17. yüzyıl barok villa buram buram Zweig kokuyor! Burası artık edebiyatla bilimin buluştuğu bir yer. Zweig'ın yaşamı sayısız arşivden bulunup çıkarılmış fotoğraflarla ve belgeyle anlatılıyor. Kütüphane odasının raflarını dünyanın dört bir köşesinden gelmiş yüzlerce Zweig çevirisi dolduruyor. Yazı masası ile uzun yolculuklarda yanından hiç ayırmadığı daktilo da bir köşede yerini almış. Kütüphanesinde sohbet ettiğimiz Enternasyonal Stefan Zweig Cemiyeti Başkanı Dr. Holl, Salzburg'daki bu güzel yapının Avrupa edebiyatı ve sanat tarihi üzerine düzenlenen bilimsel toplantılara, konferanslara ve okumalara açık olduğunu söylüyor. Çeşitli ülkelerden edebiyatçıların ortak projelerine destek veriliyor. Zweig evinin müdürü Klemens Reinholdner de, "Yazar üzerine araştırma yapanlar arşivimizde her şeyi bulabiliyor" diyor. Sohbet koyulaşıyor. Az sonra Stefan Zweig Cemiyeti'nin ilk başkanlarından profesör Fitzbauer de aramıza katılıyor. El sıkışırken gülümseyerek konuşuyor: "Babanız Viyana'ya her gelişinde bana sorardı: Cemiyet Zweig'ın Salzburg'daki villasını niçin satın alıp müze yapmıyor?" Villaya kumaş tüccarı Gollhofer Nazilerin yardımı ile el koymuştu. Şu sıralar yaşlı oğlu oturuyor, erkek arkadaşıyla.
Yüce katedralin çanları çalıyor, yüksek pencerelerden salona giriyor sesleri... Villanın önündeki geniş terasa çıkıyoruz. Çan sesleri yayılıyor tarihi alanlara, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, iniyor Salzach kıyısındaki kentin üzerine. Katedralin hemen yanı başında, piskoposların yüzlerce yıl yaşamış olduğu, sarayı andıran dev yapıda Rönesans, Barok ve Klasisizm bir arada. Az sonra büyük alandayız. Irmağa uzanan loş ve dar sokakların arnavutkaldırımı taşlarında ayak sesleri. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kentinde akşam oluyor. Vitrinler rengârenk, pırıl pırıl, ışıl ışıl. Bu kentte ortaçağla günümüz, doğanın güzelliği ile sanat eserleri bağdaşır. Salzach'ın kıyılarında yükselen kubbelere gün batışının kızıllığı vurmuş. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları yavaş yavaş aydınlanıyor fenerlerle. 
 
Kültür aracılığıyla daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış Zweig, politikacılara karşı eserleriyle savaş vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. İnsancıl ve savaş karşıtıydı. Ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. Huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleri her zamankinden daha çok geçerli. Zweig üzerine yaptığı çalışmalarla, kitaplarla ve belgesel filmlerle tanınan Salzburglu Gert Kerschbaumer Café Bazar'ın kapısını açıyor. Kocaman salonun masaları insan dolu. Hızla yanımıza gelen yaşlı garson; "Herr Doktor!" deyip hafifçe eğiliyor, köşedeki küçük masaya götürüyor bizi. Kerschbaumer gülümsüyor: "Her cumartesi hep aynı saatte geldiğimi bildiği için bu masayı bana ayırır." Bir zamanlar garson Fritz'in yedi numaralı masayı hep Stefan Zweig'a ayırdığı gibi.
 
www.ahmet-arpad.de