30 Kasım 2006

'Savaşa karşı savaşmalıyız'

Cumhuriyet Kitap 30.11.2006
 
20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig 125 yaşında ama hep güncel
Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Stefan Zweig ve eşi Charlotte Altmann iki yıl sonra, 1942 yılının 22 Şubat günü intihar ederler. Dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.
 
Ahmet ARPAD
 
Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır Stefan Zweig, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri Dünün Dünyası'nda (Türkçesi: Burhan Arpad) 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp, damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Yahudi asıllı babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin'de kaldı bir süre, tam bir başıboşluk içinde yaşadı. Kimi gün sabahlara kadar lokalleri dolaştı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika'ya geçti, o günler Avrupa'sının en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren'le tanıştı. İlerki yıllarda bu Belçikalı şairin eserlerini Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907'de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana'nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü'nü getirdi. İnsanları ve dünyasını yakından tanımak istiyordu. Sık sık komşu ülkeler gidiyor, Viyana'ya seyrek uğruyordu.
 
"AYDINLAR ARALARINDA ANLAŞMALI"
 
1910'da Hindistan'a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1912'de Amerika'ya uzandı, aylarca kaldı. Ardından Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi. Romain Rolland ve Rodin'le yakın dostluklar kurdu. Paris'in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde ne çok dolaştım, ne çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak ne çok araştırdım!" der Zweig. İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile tanışmasını şöyle anlatır: "Aklımdan kolay kolay çıkmayan ışıklı mavi gözlerini ilk görüşümdü... Gördüğüm insan gözlerinin en ışıltılı ve dost bakışlı olanı bu gözler, konuşma sırasında duygunun derinliklerinden yükselen bir renk ve ateşle doluyor, üzülünce de loşlaşıp gölgeleniyordu...1914 baharında yine Fransa'daydı ve dünyadaki gelişmeler ona tedirginlik veriyordu. Büyük bir çöküntünün yaklaştığını sezmekteydi. Stefan Zweig aşırı duygulu idi. Başkalarının dikkatini çekmeyen olaylara, ayrıntılara kafa yoruyordu. Savaş yıllarında Zweig ve Rolland birbirleriyle sık sık mektuplaştılar. Aralarındaki yazışmalar tam yirmi beş yıl aralıksız sürdü. Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir," düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi. O yıllarda Jeremias'ı ele alan bir tiyatro oyunu yazdı. 1917 yılında çıkan bu eseri ona nedense kuşku veriyor, onu kaygılandırıyordu. Fakat kitap beklenin üzerinde ilgi uyandırdı. İlk baskısı hemen yirmi bin sattı. Almanlar eserini savaş sonrasında mutlaka sahnelemek istiyordu. Sonunda Zürich Tiyatrosu ile anlaştı. Bir süre bu kentte kaldı. James Joyce, Jouvet ve Franz Masarel'le tanışması Zürich'de yaşadığı aylarda oldu. Sonra savaş bitti ve Stefan Zweig Avusturya'ya döndü. Salzburg'a yerleşti. Savaş yıllarında Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli evine yerleşti. Mozart'ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Stefan Zweig Avrupa'nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti.
 
POLİTİKACILARA KARŞI DÜŞÜN SAVAŞI
 
Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu "Amok Koşucusu" eserini o günlerde yazdı. Toplu şiirlerini yayımladı, "İfritle Savaşı" adlı deneme kitabı piyasaya çıktı. "Korku" adlı nuveli de o yıllarda basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1920 yılında evlendi. Eşi Friderike de yazardı. Stefan Zweig'la evlenmek için ilk kocasından ayrılmıştı. Evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu. Stefan Zweig da özgürce yaşamasına devam ediyor, sık sık yolculuklara çıkıyordu. Gittiği her yerden Friderike'ye mektuplar yolluyordu. Eşi de ona uzun uzun yanıtlar veriyordu. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arasının çok özel ve olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görmektedir. Yazarın çıktığı yolculuklar artar, her ülkede dostlar edinir. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktadır. Elli yaşına bastığı 1931'de: "Bundan sonra tek satır bile yazmasam, kitaplarımın geliri bana yeter," diye düşünür. Fakat yine de tedirgindir. Çünkü mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı yine de bir gün sona erebilirdi. Gerçekten de 1933'te Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu hayatı sona erdi. Tedirginlikleri giderek artıyordu. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. 1934'te Gestapo'nun villayı basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmekten başka çıkar yol bulmadı. Güney Fransa'da, İsviçre'de, Amerika'da konferanslara ve edebiyat söyleşilerine katıldı. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası'nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara sokar. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. 1940'ta İngiliz vatandaşı olur ve ikinci eşi Charlotte Altmann ile Brezilya'nın Petropolis kentine yerleşir.Fakat orada da mutluluğa erişemez. Yorgun ve bezgindir. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..."
 
"SAVAŞLARDAN NEFRET EDERİM"
 
Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Stefan Zweig ve eşi Charlotte Altmann iki yıl sonra, 1942 yılının 22 Şubat günü intihar ederler. Dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazar o günlerde Salzburg Eyalet Gazetesi. İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," der Stefan Zweig. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez." Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Öykülerinde uyguladığı tahlilci anlatım üslubunun doruğuna bazı romanlarında da varmıştır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig eserlerinde bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır.Büstü Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. 

26 Kasım 2006

Marc Chagall ve kumarbazlar

Cumhuriyet 26.11.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Hokkabazlar, sihirbazlar, hoplayıp zıplayanlar, çılgınca dans edenler, ip cambazları, müzisyenler, havalarda uçuşan insanlar... Her şey hareketli. Her şey alacalı bulacalı, gökkuşağının renklerinde. Rus ve Yahudi insanları. Anatevka'nın, Damdaki Kemancı'nın tipleri. Çoğu coşkulu, bazıları hüzünlü. Göğe yükselen hayvanlar, inekler, atlar, keçiler, tersine dönmüş evler, kiliseler, melekler, kuleler, kubbeler... Kırmızının, yeşilin, mavinin değişik renkleri. Ötelerde bir katedral, beyaz. Kubbeleri mavi. Yakında, tepenin ucunda, tahtadan kocaman bir ev. Masmavi. Chagall mavisi!
"Yahudi olmasaydım sanatçı olamazdım" sözleri 1887 Rusya doğumlu ressam Chagall'in. Vârislerinin, dostlarının, Rus müze ve galerilerinin ödünç verdiği, çoğu Avrupa'da ilk kez sergilenen yüzün üzerinde eseri ekim sonuna kadar Baden-Baden'deydi. Sadece Almanya'nın çeşitli kentlerinden değil, Fransa ve İsviçre'den de iki yüz bine yakın Chagall hayranı Oos Irmağı kıyısındaki modern Burda Müzesi'ne akın etti, parkın yollarında uzun kuyruklar oluşturdu.
 
Kimler gelmemiş Karaormanlar'ın bu şirin, şifalı suları ve tarihi kumarhanesi ile ünlü küçük kentine! Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Turgenyev ... Rusların Baden-Baden sevgisi Çar Aleksander 'ın 1793'te bu yöreli Luise ile evlenmesiyle başlamış ve aralıksız sürmüş. Yeşillerin ortasında köşkler, villalar satın almışlar. Almanlar şifalı banyolardan çıkmazken onlar kumarhaneden, lokantalardan, şaraphanelerden çıkmamışlar. Bugün de değişen pek bir şey yok. Hatta Gorbaçov 'dan bu yana Rusların Baden-Baden "istilası" artmış. Yeni zenginler sadece Karlsbad ve Viyana'nın, St. Moritz ve Davos'un, Nice ve Cannes'ın villalarıyla otellerini kapatmamışlar. Baden-Baden'in yamaçlarını dolduran çoğu tarihi villa da son yıllarda giderek daha çok el değiştirmekte, Almanlardan Ruslara geçmekte. Birkaç yıl önce Gürcistan'da görevinden geri çekilmek zorunda bırakılan Şevardnadze bile doksanlı yılların başında Baden-Baden'de bir villa alıvermiş kendine!
 
Pırıl pırıl bir Jaguar giriyor otoparka. Zürih plakalı. Şık ve pahalı otomobiller dizi dizi ağaçlar altında. Stuttgart'tan, Basel'den, Strasbourg'dan gelmişler. Jaguar'dan inen, daracık, kısa mı kısa mini etekli iki sarışın, kırıta kırıta yürüyor iriyarı adamın peşinden. Başlarında kocaman şapkalar. Kumarhanenin kapısı kalabalık. Saat gecenin on biri. Baden-Baden'de kumar zamanı! Karaormanlar'ın bu şirin kenti, parası olanlar için yaşamaya değer bir yöre. Büyük bahçeler içinde villalar, yamaçlarda çamlar altında tarihi evler. Sahipleri buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Ortasından Oos Irmağı'nın geçtiği, tarihi ağaçlı kocaman parkların kente yayıldığı Baden-Baden money-maker'ların buluşma yeri. 1858 yılında açılmış olan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcaları ile... Zengini, orta hallisi, fakiri, akşamları büyük parkın yanı başındaki kumarhanenin kırmızı salonlarını dolduruyor. Baden-Baden'de 1748'den bu yana kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de bugünkü kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettiriyor. On yıl sonra hipodromun işletmesini de üstleniyor.
 
Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi sabaha kadar açık Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok. Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmış insanlar, cüzdanı şişkin efendilerle, üzeri mücevherden geçilmeyen hanımlar kurulmuş koltuklara. Çoğu buranın müdavimi. Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da, kaybetseler de kılları kıpırdamıyor. Buz gibi suratlarındaki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezenler "ikinci sınıf oyuncular" ! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayanlar. Genelde ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar, Rus yeni zenginleri. Büyük oynuyorlar. Geçen yıl Baden-Baden'de 300 bin insan kumar oynamış. Bunlardan 70 bini yabancı pasaportlu. Milyarlar yatırılıyor Almanya'da şans oyunlarına. İnsanlar fakirleştikçe kumar oynayanların sayısı artıyor. Son verilere göre 180 bin insan kumar bağımlısı! Bunlardan 70 bini poker hastası. 35 milyar Avro yatırıyor Almanlar kumar oyunlarına her yıl. Loto, toto, kazı-kazan, milli piyango, at yarışları, rulet masaları, bakara... Genci yaşlısı, zengini fakiri bu bağımlılıktan vazgeçemiyor. Almanya'da 80 kumarhane kapılarını açıyor onlara her akşam. İnternette online kumarhaneler de var. Yıllık kazançları 200 milyon Avro... Ünlü yazar Mario Simmel , Güney Fransa'da yaşadığı yıllarda tanışmış Saint Paul de Vence'teki evinde Chagall ile. "Birkaç kez görüşmüştük" diyor Simmel, "mükemmel bir insandı" . Şimdi Zürih yakınlarındaki evinin duvarlarını kimi orijinal Chagall'ler süslüyor. "28 Mart 1985'te son tablosunu bitirmiş ve iskemlesine yığılıp ölmüştü. Eserini imzalamaya ömrü yetmemişti." Gökten inen bir melek ve cenneti özleyen Chagall'i gösteren bu eserin bir taş baskısı Mario Simmel'in çalışma odasında asılı. Marc Chagall'in, döneminin tüm karmaşasına karşın yaşam sevincini yitirmediğini çizgilerindeki şiirsel anlatımda görürsünüz. "Onun stili kendine özgüdür, öyle kolay kolay her sanat akımına uymaz" diyor Baden-Baden sergisinin küratörü Jean-Louis Prat . Belki o kadar çok sevilmesinin nedeni de bu! Bizlere geride bıraktığı rengârenk, canlı ve coşku dolu o düşsel dünya...
 
www.ahmet-arpad.de

1 Kasım 2006

Burhan Arpad: TAŞI TOPRAĞI ALTIN


Kitabın arka kapağından:
'Burhan Arpad öykülerinde kent yaşamlarından kesitler sunarken tabakaların çok sıcak ve insancıl serüvenlerini anlatır.1940 kuşağının ve Türk öykücülüğünde gerçekçiliğin ne olduğunu öğrenmek isteyenler Arpad'ı okumalıdır...'   Doğan Hızlan 
'Türk okuru, Stefan Zweig'ı tanımak açısından Burhan Arpad'a her zaman gönül borcu duyacaktır...'    Selim İleri 
'Burhan Arpad'ın öykülerinde kesin yargıdan, büyük sözlerden kaçınması yazdıklarının daha keyifle okunmasını sağlıyor...'     Melih Cevdet Anday 
'Öykü, çeviri ve yazıları ile elli yıldır Babıâli yokuşunu durmadan tırmanır Burhan Arpad...'     Uğur Mumcu 
'Burhan Arpad okumaya doyamadığım yazarlandandır.. Öyküleri kadar 'Yıldızların Parladığı Anlar' da hayatımda değişiklik yapan kitapların başında geliyorsa, nedeni yazarı Stefan Zweig değil, çevirmeni Burhan Arpad'tı...'    Hıncal Uluç 
'Bugün Burhan Arpad'ı kaç kişi tanır? Sanırım genş kuşaklar onu tanımaz... Yazar, çevirmen, gazeteci, tiyatro eleştirmeni olan Burhan Arpad 1940 kuşağının önemli öykücülerindendir...'    Hikmet Çetinkaya 
'Burhan Arpad benim kuşağımın daha da yakından tanıyıp sevdiği bir yazardı. Öyküleri, Türk tiyatro yaşamını yansıtan yazıları, gezi izlenimleri ve dünya edebiyatından yaptığı çevirileriyle... Yaşamının tümünü İstanbul'da geçirmiş, kentin sosyal değişimine, giderek yozlaşmasına tanık olmuş, sorunlarını da yakalamıştı...'    Server Tanilli 
Günizi Yayıncılık İstanbul
Kasım 2006